“Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun”, Yılmaz Güney ile Fatoş Güney’in, 14 yıl süren efsanevi aşkının hikayesidir.
17 yaşında, arkadaşı Nadia ile gittiği film setinde karşılaştığı Yılmaz Güney’i, bir daha zihninden silemez kolejli Fatoş.
Fatoş Süleymangil, Kadıköy Moda’da doğup büyüyen, varlıklı bir ailenin tek kızıdır.
Yılmaz Güney (Pütün) ise kan davası yüzünden Siverek’ten Çukurova’ya göçmüş Xalê Hemîd ile Muşlu Meta Gulê’nin ırgatlıktan gelme, sinema vurgunu oğludur.
1 Nisan 1937 doğumlu Yılmaz Güney ile 1952 doğumlu Fatoş, yollarının kesişmesi ile sevginin, aşkın, sıkıntının, yokluğun, acının, zulmün, işkencenin, fedakarlığın zirve yaptığı bir süreç yaşarlar.
Baba evinde eli sıcaktan soğuğa değmeyen Fatoş Güney, Yılmaz Güney’le fırtınalı, olağanüstü hayatında, şehirden şehire hapishaneden hapishaneye koşturur.
Mahkeme kapılarında, polis merkezlerinde, jandarma karakollarında günler, geceler geçirir kar, kış soğuk demeden…
Varlığı ile Yılmaz Güney’in huzur bulduğu, güven duyduğu, güç aldığı biricik dayanak olur.
Bir tespiti de baştan yapmak gerekir:
Yılmaz Güney ile Fatoş’un aşkı, 20. yüzyılda Leyla ile Mecnun’un, Kerem ile Aslı’nın, Arzu ile Kamber’in, Tahir ile Zühre’nin, Yusuf ile Züleyha'nın, Ferhat ile Şirin'in ve Mem ile Zin’in sevgisinin, aşkının son örneğidir.
“ENDİŞEM MUTLU OLMAK!”
Yılmaz Güney, Fatoş’la evlendikten sonra, artık geleceğe doğru daha emin adımlarla yürümeye başlar.
Muş’ta askerlik yaparken, düzenli mektuplaşırlar. İşte hedefini dile getirdiği 1 Nisan 1969 tarihli mektuptan çarpıcı satırlar:
“Sevdiğim,
En büyük endişem, günün birinde mutlu olmaktır. Çünkü ben mutlu olmak istemiyorum. Herhalde mutlu olmak, hallerin en kötüsüdür. Çünkü benim memleketimde, mutluluk daha çiçek açmamış bir ağaçtır. Çünkü benim memleketimde mutluluk tohumu daha toprağa düşmemiştir. Çünkü benim memleketimde, burada ve orada, Kars’ta, Sivas’ta, Adana’da, Siverek’te, birçok yerde, ırmakların geçtiği, atların koştuğu, ağaçların soğuktan donduğu, güneşin çok erken doğduğu yerlerde, senin olduğun yerde bilinmiyor.
Sen 1700’lerde yaşasan, ben olmasam, acaba kimi sevecektin?..
Hepimizin ödevi, dünyaya getirilmiş bir sevgi düzenini, ömrümüz boyunca sürdürmek.”
FATOŞ’UN GÖZÜYLE YILMAZ GÜNEY
Fatoş Güney ise büyük sanatçıyla ilgili izlenimini şöyle aktarıyor:
“Yılmaz, giderek etrafına büyü saçan bir sihirbaza dönüyordu nezdimde, başka hiçbir şey düşünemiyordum. Bana pembe gözlüklerimi çıkartmamı söyleyen adam, beni pespembe bulutlar üzerinde uçuruyordu. Ama ne olursa olsun, artık şunu biliyordum:
Yılmaz, benim yabancısı olduğum gerçek bir dünyanın insanıydı ve ben bu dünyanın içine girmek, onunla birlikte yaşamak, her şeyi bilmek ve öğrenmek istiyordum.
Yüreğir’in (Yenice köyünden) bereketli topraklarının kutsallığını esirgemediği bu adam, gözümde bir ilahtan farksızdı. Ardımda bıraktığım ve ‘muhteşem istikbal’ vaad eden o hayat sahteydi. Er veya geç boyalarının, yaldızlarının dökülmesiyle yıkılmaya mahkumdu. Yaldızlarının altından kimbilir neler çıkardı? Sıradandı.”
HEDEF KENDİ PROJELERİ...
Sinemaya, Atıf Yılmaz’ın yanında başlayan Yılmaz Güney’in asıl hedefi, kafasındaki projeleri hayata geçirmekti…
Sinemada ilk başrolu de yine Atif Yılmaz’ın yönettiği, Yaşar Kemal’in bir hikayesinden uyarladığı “Alageyik” filminde oynamıştı…
Yılmaz Güney’in bir ayağı ebedi aşkı sinemadaydı ama diğer yandan, dönemin siyasi hareketleri içinde de yoğundu.
Sabahlara kadar senaryolarla meşgulken, dergilere makaleler yetiştirmeyi de ihmal etmiyordu.
Fatoş ile aşkını, “Umutsuzlar” filminde sinemaya aktardı. Fatoş rolünde Filiz Akın vardı. Filmdeki silah tartışmaları, Fatoş ile aralarında geçenin tekrarıydı.
Yılmaz Güney, hayat anlayışını Fatoş’a şöyle dikte etmişti:
“Sen, ben ve silah.”
Silah, onun için dostu kadar düşmanı olanlara karşı biricik nefsi müdafaa aracıydı.
12 Mart 1971 darbesinden sonra tutuklanan Yılmaz Güney’in filmi “Umut”, Fransa’da aldığı ödül ile gelecek için yeni bir ışık oldu.
Artık her yeni eseri dünya çapında gündemdeydi. “Sürü”, “Endişe”, “Yol”, “Duvar” ard arda ülkeye ödüller getirirken, o cezaevlerinde çile çekiyordu.
Hele Askeri Cezaevi’nden yeni çıkmış, büyük şevkle tekrar projelerine yoğunlaşmışken, başına gelen cinayet kazası, yürek yakıyor.
Kendisiyle beraber milyonlarca sevenini de büyük bir üzüntüye boğuyor olay.
Adana Yumurtalık’ta “Endişe” filminin çekimi sırasında, gazinoda ilçenin hakimi Safa Mutlu, içkinin tesiriyle Yılmaz Güney’e sataşıyor, küfredip saldırıyor.
Çıkan kargaşada, Yılmaz Güney’in koluna vurunca, silahı kazayla patlıyor ve hakim hayatını kaybediyor.
Tüm sevenlerinin yüreğini burkan bu olaydan sonra, büyük "sinema dahisi" yeniden hapise girdi.
Ertesi gün Gülhan fırması otobüsü ile Ankara’dan İstanbul’a dönüyorduk iki arkadaşla.
Günaydın gazetesinde olayı okuyunca, sinirden çıldırdım. Bu ne acı bir kaderdi? Hiç mi başı beladan kurtulmayacaktı örnek modelimin.
Selimiye Askeri Cezaevi ve orada ürettiği kitaplardan sonra yeni bir hapis süreci başladı.
Kitabı okuyunca, Adana, Kayseri, İzmit, İstanbul Toptaşı, Sağmalcılar, İmralı ve Isparta Cezaevi günleri, bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti.
Çünkü milyonlarca seveni gibi, ben de bütün varlığımla, ruhumla onunlaydım.
İsparta Cezaevi’nde cezasını çekerken, bir haftalık izninde Antalya Kemer’den yurt dışına çıktı…
“Yol” ve “Duvar” bu sürecin ürünüdür.
“Duvar” önce bu kitaba adını veren “Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun” filmine verilen yeni sıfattır.
Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde, çocuk koğuşlarında çıkan isyanı konu alıyor…
Bu filmlerle ilgili çarpıcı notlar, olayların canlı şahidi, Yılmaz Güney’in hayat arkadaşı Fatoş Güney tarafından, belgesel tadında anlatılıyor.
İKİ ÖNEMLİ ANEKDOT
Yılmaz Güney, hayatının en iyi şekilde kendisi tarafından yazılacağını belirterek, hastalığı sırasında Fatoş Güney’e şu “vasiyette” bulunuyor:
“Sana bir şey söyleyeceğim. Çok ama çok kötü şeyler olabilir ciğerim, lütfen beni bağışla. Beni bağışla!. Gideceğim yere mümkünse seni de götürmek isterdim. O gün, önce seni sonra kendimi, bu yüzden öldürmeyi düşündüm ama yapamadım. Sen haklıydın. Çocuklar, bunu atlatamazdı. Senin onlarla birlikte olman lazım. Onları şu anda faşizmin kucağına, Türkiye’ye geri döndürme. Medeni bir ülkede büyüsünler, özgürce düşünmeyi öğrensinler.
32 yaşındasın. Hayat sürecek. Yine seveceksin ama evlenmeni istemiyorum. Çünkü hiç kimse seni benim sevdiğim gibi sevemeyecektir. Bunu bil...
Belki sen de hiç kimseyi beni sevdiğin gibi sevmeyeceksin, kimbilir?”
Ve biricik oğlu Yılmaz için istedikleri:
“Oğluma iyi bak, onu koru ve ona babasını anlat. Oğluma çiçekleri, hayvanları ve insanları sevmesini, bencil davranmamasını öğret. Korkusuz yetiştir onu, başeğmez yetiştir. Doğru bildiğinden şaşmamayı öğret. Oğlumuz ileride benden ve senden iyi düşünecek.
Bize akıl verecek bir gün. Yılmaz Güney’in oğlu olmak tek şikayeti olacaktır belki.
Belki de adının aynı olmasına da kızacaktır.”
Yılmaz Güney, hayatının son döneminde, 12 Eylül Cuntası tarafından vatandaşlıktan atılınca, en büyük darbeyi yemenin üzüntüsünü de maalesef yaşadı.
9 Eylül 1984’te Paris’te vefat eden Yılmaz Güney, Pere- Lachaise Mezarlığı’nda, ebedi istirahatgahında nur içinde yatıyor.
16 Kasım 2000’de onun gibi sürgünde vefat eden Ahmet Kaya ile birlikte, milyonların kalbinde müstesna yerlerini hep koruyacaklardır.
Yılmaz Güney, “Sevgili Fatoşu”na kendisi hakkında en iyi kitabı yazacağını inanarak söylemişti.
Bugün elimizde olan “Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun” bunun canlı delilidir…
Fatoş Güney’i, bu değerli belgesel romanı nedeniyle yürekten kutluyorum.
Bu kitap da, bana imzaladığı ilk eseri, “Dağlar Kendini Seveni Sever“ gibi, kütüphanemde müstesna yerini aldı.
İki anıt insan, rahmetli Yılmaz Güney ve onun değerli emaneti Fatoş Güney’in önünde, saygıyla eğiliyorum.[1]
İKİ KEZ GÖRDÜM
Sevgili Yılmaz Güney’i hayattayken iki kez uzaktan gördüm.
İlk görüşüm, 11 Nisan 1965’te, Urfa’nın Fransız İşgalinden Kurtuluş Günü törenleri sırasında oldu. Birkaç gün önce Hürriyet gazetesinde, Urfa’da film çeken Yılmaz Güney’in, kaldığı Gül Otel’in boy aynasını kurşunladığı haberini okumuştum. Törenlerden sonra, insanlar Yarış Meydanı’ndan merkeze doğru dağıldı. Kalabalık Karaköprü’de Gül Otel önünde toplandı. Dakikalarca lehinde tezahürat yapılınca Yılmaz Güney balkona çıktı. Sevenlerini coşkuyla selamladı. Bu, hayatımın unutamadığım en mutlu günlerinden biri oldu.
Yanılmıyorsam, Erol Taş’ın da aralarında olduğu bir ekiple “Hudutların Kununu” filmi için kentte bulunuyorlardı.
İkinci görüşüm ise 1968 veya 69 olabilir, İstanbul İstinye Bayırı’nda, yine film çekimi sırasında oldu.
“Duvar” filmini de, ölümünden bir yıl sonra, Ekim 1985’te, Almanya’nın Stuttgart kentinde, Malatyalı halk ozanı Sait Hazar’ın evinde izledim. Sait Hazar’ı, bu eşsiz sürprizi nedeniyle bir kez daha sevgiyle anıyorum.
Yılmaz Güney milyonlarca seveni gibi benim için de hep evden biri gibi ruhumda yaşıyor.
Üzüntüsünü üzüntüm, sevincini sevincim, başarısını kendi başarım saydım, sayıyorum, saymaya devam edeceğim.
29 Kasım 2020-Beşiktaş
[1] Fatoş Güney, Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun, İthaki Yayınları, 1. Basım, Kasım 2020.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.