7 Ocak günü Paris’te Charlie Hebdo adlı mizah dergisine karşı gerçekleşen terör eylemi dünyada büyük yankı yaptı. Hedef alınan bir mizah dergisi idi ve dokuzu gazeteci, ikisi polis olmak üzere 12 kişi katledildi.
Ortadoğu çoktandır bir terör burgacında. Suriye ve Irak, yaşanan iç savaş nedeniyle zaten bir yangın yeri gibi. Afganistan, Pakistan, Libya, Mısır, Yemen ve Mısır bakımından da durum farksız. Bu ülkelerde ölenin kalanın hesabı yapılmıyor.
Türkiye’de de düne kadar, Kürt sorunu nedeniyle durum farklı sayılmazdı. Son üç yıldır durum nispeten sakin; ama ateş sönmüş değil ve zaman zaman alevler dilini gösteriyor. 2013 yılında yaşanan Gezi olayları, geçen yılın 6-7 Ekimi’nde yaşananlar, iyi yönetilmediği zaman krizlerin nasıl büyüyüp bir yangına dönüşebileceğini gösterdi.
Ortadoğu’daki yangının kıvılcımları zaman zaman Batı ülkelerine de sıçrıyor. 11 Eylül 2001’de El Kaide’nin Amerika’da gerçekleştirdiği eylemler bu türdendi. Bu eylemler önce Afganistan’ın, ardından Irak’ın işgaline yol açtı ve Saddam rejimini götürdü.
Son yıllarda El Kaide, Boko Haram ve IŞİD adlı radikal İslamcı grupların dehşet saçan eylemleri Avrupa’da İslamofobiyi ve ırkçı akımları güçlendirmekte idi. Tam da bu türden akımlara karşı demokratik güçlerin tepkisinin yükseldiği bir aşamada sahneye konan Paris’teki saldırı ciddi bir provokasyondur ve önemli sonuçlara yol açacak görünüyor.
İslam adına yıllardır terör estiren örgütlerin bozduğu İslam imajı bu olayla birlikte daha da bozulacaktır. Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanların hayatının zorlaştıracağını söylemek kehanet olmaz.
Öte yandan Ortadoğu’da boy atan ve etkilerini tüm dünyaya yayan bu çılgınca terör dalgasını nasıl açıklayacağız? Çünkü buna yol açan nedenleri doğru biçimde saptamadan ve uluslararası planda gerekli adımları atmadan sorun çözülemez, yangının önü alınamaz. Bu bilinç ve sorumluluk özellikle de dünyamızın büyüklerine, güçlülerine düşüyor; itfaiye araçları onların elinde.
Ortadoğu, bilim ve teknikte olduğu gibi insan hakları ve demokrasi alanında da Batı’dan çok geri durumda. İslam dünyası batının yüzyıllar önce yaşadığı Rönesans’ı yaşamadı, dini de kapsayan reformları ne yazık ki gerçekleştiremedi. Batının kralları, feodal beyleri tarihe karıştılar ya da varlıkları yalnızca sembolik. Böylece batı bireyin özgürleşmesi dediğimiz süreci yaşadı. Faşizm dönemi de aşıldıktan sonra, insan haklarına saygı, farklı görüşler ve inançlar arasında hoşgörü toplumsal hayatta ağır basan özelliklere dönüştü.
Ama doğulu toplum, bugün teknik alanda Batı’dan gelen araçları kullansa da ne yazık ki pek çok alanda köklü bir değişim yaşamadı. Bugün İslam ülkelerinde krallar, emirler sembolik değil, dünkü hükümdarlar gibi hüküm sürüyorlar. Şahlar gidince yerine mollalar geliyor ve gelen gideni aratıyor. Bu ülkelerde parlamentolar göstermelik; seçimle gelenler bile sultana, diktatöre dönüşüyor. Tarikatlar toplum yaşamında çok etkili. Yurttaşlar özgür birey olmaktan henüz çok uzak. Bu ülkelerde toplumun bir kesiminin yüzü değişime, insan haklarına, demokrasiye dönük olsa da öteki kesimin yüzü geriye dönük; bu kesim çözümü İslam Ortaçağı’nda arıyor. Bu durum hoşgörü eksikliğinin ve toplumsal yaşamda yaygın şiddet eğiliminin bir nedeni olarak görülebilir.
Öte yandan, savaş ve şiddet yalnızca Ortadoğu halklarının yaşamında görülen, onlara özgü bir durum değil. Emperyalizmin ve sömürgeciliğin kanlı tarihini anlatmaya lüzum yok. Bu kanlı tarih Latin Amerika’nın, Afrika’nın, Asya halklarının yüzyıllardır süregelen duragan, gelenekçi hayatını sarstı, var olan dengeleri bozdu, ama yerine bir denge oluşturamadı. Yaşanan altüst oluşların bir nedeni budur.
Yine Batı’nın kendisi, dış savaşlar bir yana, Kuzey Amerika ve Avrupa’daki kanlı iç savaşlar dönemini de daha yeni yeni kapamakta. 50 milyon insanın ölümüne yol açan 2. Dünya Savaşı’nın üzerinden sadece 70 yıl geçti. Kaldı ki Yugoslavya ve SSCB dağılırken yaşananlar tazedir ve İrlanda, Bask ve benzeri, ara sıra lav püskürten canlı volkan misali sorunları, hele hele şu anda Ukrayna’da yaşananları unutmamalı.
Ama Ortadoğu’da boy veren bu çılgınca terör dalgasının başka nedenleri de var. Nedenlerden biri iki sistemin kıyasıya çekiştiği Soğuk Savaş döneminde yaşananlardır. SSCB kendi ideolojisine uygun olarak bu ülkelerde demokratik devrimleri, yönü sola dönük ulusal hareketleri (Irak ve Suriye’de Baasçı yönetimler, Afganistan’da krallığa son veren darbe ve onu izleyenler, Nasır Mısırı, Kaddafi Libyası vb.) desteklerken, ABD de bölgede Ortaçağdan kalma rejimleri (İran Şahlığı, Arap emirlik ve şeyhlikleri vb.) destekledi, yer yer de faşist rejimleri iş başına getirdi.
ABD’nin sosyalist sisteme ve devrimci-demokratik harekete, sola karşı izlediği temel politikalardan biri de, özellikle Ortadoğu’da ve bir bütün olarak İslam dünyasında “Yeşil Kuşak Politikası” olarak nitelenen politika idi. ABD İslam inancını değişimci ve demokratik güçlere karşı bir panzehir olarak gördü ve kullanmaya çalıştı, bu amaçla İslam ülkelerinde anti-komünist, ırkçı örgütler kurdu ve onlara destek verdi.
Örneğin ABD ve NATO, Afganistan’da Sovyet dostu yönetime karşı “mücahit” denen kesimleri örgütledi, besledi, donattı. Taliban ve El Kaide bunun ürünüdür. Başta Suudi Arabistan olmak üzere Ortadoğu’nun tüm gericileri de bu alanda ABD’ye destek verdiler.
Türkiye’de CIA’nın yetiştirmesi olan Kontrgerilla örgütü son derece aktifti. CIA ve yerli ortakları Türkiye’de Ülkü Ocakları, Komünizmle Mücadele Dernekleri, İlim Yayma Cemiyetleri ve benzeri, ırkçı, radikal dinci örgütleri oluşturdular. Bunlar eliyle “din elden gidiyor!”, “komünistlere ölüm!” nidalarıyla ülkenin dörtbir yanında girişilen saldırılar bu politikanın ürünü idi. Bu çabalarla önce 12 Mart 1971, ardından 12 Eylül 1980 darbeleri tezgahlandı, sol ve demokratik hareket, Kürt ulusal hareketi ezildi.
Yapılan işlerden biri de hem sol hareketi, hem Kürt hareketini yolundan saptırmak için bizzat solun ve Kürt hareketinin içinde oynanan oyunlardı. Bu amaçla kendi ajanlarına partiler kurdurdular, solu ve Kürt hareketini böldüler ve birbirine düşürdüler. Bu ajanlar çoğu kez de solun ve Kürt hareketinin samimi kadrolarından ve örgütlerinden çok daha sivri slogan ve taleplerle sahneye çıktılar. Ama yıllar içinde birçoğunun maskesi düştü ve gerçeğe gözlerini kapamayanlar olup bitenleri gördü.
Devreye giren tüm bu dış etkenler, kışkırtmalar sonucu İslam ülkelerinde, sağ-sol kavgasının yanı sıra mezhep kavgaları da tazelendi, toplumsal yarılmalar yaşandı. Örneğin Türkiye’de ve Kuzey Kürdistan’da artık küllenmiş olan Alevi-Sünni kavgası tüm bu kışkırtmaların (emekçilerin ve Kürt halkının ulusal saflarını bölme çabasının) sonucu olarak yeniden alevlendi.
Dünyanın kapitalistleri ve gericileri tarafından sıkıştırılan sosyalist sistem zor duruma düştü, ABD’ye ve öteki kapitalist ülkelere “barış içinde bir arada yaşama formülünü önerdi”. Böylece dünyamızda sıcak savaş tehlikesi gibi, soğuk savaşı da sonlandırmak, bunların yanı sıra insanlığa pahalıya mal olan silahlanma yarışını durdurmak istedi.
Ama emperyalistler bunu reddettiler, aksine silahlanma yarışını tırmandırdılar, “yıldız savaşları”na hazırlandılar. Sosyalist sistem tüm bu kuşatma ve aynı zamanda kendi iç zaafları (sosyalist demokrasinin lafta kalması, kitlelerin sosyalizmi savunacak ve her alanda hayata geçirecek kadar donanımlı, bilinçli, eğitimli olmaması vb. ) nedenlerle ekonomik yarışta yenildi ve çöktü. Böylece emperyalist sistem muradına erdi.
Ne var ki bu kez de kapitalist sistem Frankeştayn misali yarattığı canavarla baş başka kaldı. Sosyalizme, yeniliğe ve değişime karşı koşullanmış olan El Kaide türü terör örgütleri, yeni düşmanlar aradılar ve bu, onların anladığı İslam düşüncesi, yaşama tarzıyla bağdaşmayan bir hayat süren Batı dünyası oldu.
Öte yandan, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından sosyalist ülkelerin peş peşe çökmesine yol açan dalga, domino etkisini bir süre sonra Ortadoğu’da da gösterdi. Çok geçmeden “Arap Baharı” denen dalga Arap dünyasını ve Ortadoğu’yu vurdu, diktatörlükler peş peşe yıkıldı; Birinci Dünya Savaşı ile bölgede oluşmuş statüko sarsıldı, çöküş sürecine girdi.
Yaşanan çalkantı, bir yandan Arap dünyasında kitlelerin demokratik taleplerinin, değişim isteklerinin yükselmesine yol açarken, diğer yandan bu olumlu gelişmenin tersine, söz konusu rejimler tarafından bastırılmış olan Ortaçağa özgü tutucu, gerici güçleri de açığa çıkardı. Diğer bir deyişle bölgedeki diktatörlükler bir tür tapa işlevi görüyordu, bunların düşmesiyle şişedeki cinler ortaya saçıldı.
Tüm bu etkenler birleşerek İslam dünyasında Fas’tan Pakistan’a, Yemen’e, Sudan ve Nijerya’ya uzanan terör patlamasına yol açtı. Bu dehşet verici terör dalgasının günümüz koşullarında tüm ülkeleri etkilemesi kaçınılmazdır. Kimse bunun dışında kalamaz.
Dar çıkar hesaplarıyla hareket eden, sorumlu davranmayan dünyamızın güçlüleri işte bugün insanlığın yüz yüze olduğu bu dehşet verici manzaranın da sorumlularıdır. Onlar başkasının evine salmak için akrepler beslediler, komşuda yangın çıkardılar, ama akrepler çoğaldı, dörtbir yana dağıldı ve yangın her yeri sardı.
Ne yazık ki bu yangını söndürebilecek, dünyamızı terör belasından kurtaracak araçlar da –ekonomik güç, propaganda gücü vb- onların elinde. Acaba geçmişten ders alacaklar mı? İnsanlığın büyük sorunlarının (yoksulluk, eğitim, doğal hayatın korunması vb.) çözümü ve barış içinde yaşanabilecek bir dünya için gerekli çabayı gösterecekler mi? Sömürü ve yağma hırslarını dizginleyebilecekler mi? Zenginliklerini yoksullarla bölüşmeyi öğrenebilecekler mi? Yoksa aç kurt misali bu gözü doymazlıkla devam edip daha öldürücü silahların yapımını mı sürdürecekler? Bunu önümüzdeki yıllar gösterecek.
Kapitalistlerin merhamete gelmesini ummak belki safça bir iyi niyet. Emekçilerin, sistemden acı çeken insanların, yani insanlığın o büyük bölümünün ise gücünün farkına varıp, silkinip, el ele vererek bu gidişe dur demeleri, değişimi kendi elleriyle gerçekleştirmeleri ise ne yazık ki pek yakın görünmüyor. Onlar geride bıraktığımız 20. Yüzyıldaki ilk büyük denemelerinde başaramadılar. Bir dahaki denemeye ne zaman sıra geleceğini ise bilmiyoruz. Belli ki bu hamur daha çok su götürür ve dünya ölçeğindeki bu çalkantı daha epeyce sürer.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.