Türkiye birkaç yıllık çatışmasızlık ve görece sükûnet döneminden sonra tekrar çatışmalı ortama döndü. Belki bu kez hükümet tarafı işin ‘kökünü kurutmaktan’, PKK ise silahlı mücadele ile sonuç almaktan o kadar kesin ifadelerle söz etmiyor. Ama bu durum Türkiye’nin bir savaş dönemine girdiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Her gün peş peşe havalanan uçaklar önceden belirlenen hedefleri bombalıyor, çatışmalarda ya da yollara yerleşen mayınların patlaması sonucunda can kayıpları gün geçtikçe artıyor, sayıları artan cenaze törenlerinde ortaya çıkan görüntüler barışa ve birlikte yaşamaya ilişkin umutları onarılmaz bir şekilde sarsıyor. Bütün bunlardan daha da kötüsü savaşın toplumsal uçurum ve parçalanmayı daha da derinleştirmesi. Barış beklentisinin hiç olmadığı kadar yükseldiği ve önemli bir taban bulduğu bir sürecin ardından savaş gerçeğiyle yüz yüze gelmenin toplumda yol açtığı hayal kırıklığını fark etmemek imkânsız.
Peki, bu noktaya gelmek zorunda mıydık?
Bu soruyu hem olumlu hem de olumsuz olarak yanıtlamak mümkün. Öncelikle bu savaş kaçınılmaz değildi. Türkiye bu savaş ortamına tekrar dönmeyebilirdi. Buna dair imkânlar bir savaş olasılığını tümden ortadan kaldırmaya yeterdi. Daha farklı bir akıl ve siyaset anlayışı bu gün Türkiye’yi daha güçlü bir barış zemininde, aydınlık ve özgürlükçü ufuklara doğru taşıyabilirdi. Ama olmadı. Siyaseten sığ, fazlasıyla pragmatist, fırsatçı, ilkesizlik ve tutarsızlıkla malul taraflar Türkiye’yi tekrar eski çatışmalı ortama getirdi.
Söylenenlerin aksine, AKP’nin başlattığı Açılım, 2013 yılından sonraki adıyla Çözüm Süreci toplumdan büyük bir destek gördü. Örneğin TRT 6’in (şimdiki adıyla TRT Kurdî’nin) açılması Türk toplumunda hiç de olumsuz bir tepkiye yol açmadı. Benzer şekilde bazı üniversite bünyelerinde Kürtçe bölümlerinin açılmasından kaynaklı bir rahatsızlıkla karşılaşan olmadı. Devlet yetkilileri (Türk kesimi için muhtemelen kırmızı çizgi olarak görülen) PKK lideri Öcalan ile görüştüğünde, Türk toplumu böyle bir girişime tepki göstermek yerine sonradan gelen her seçimde AKP’nin oyunu artırdı. Çözüm Süreci’nin hemen ardından gelen 2014 yerel ve Cumhurbaşkanlığı seçiminde süreci başlatan Ak Parti toplumdan büyük bir destek aldı. Yapılan anketler Türkiye genelinde toplumun yüzde 70, Kürdistan’da ise yüzde 90’lara varan oranda sürece destek verdiğini gösteriyordu. Özetle barış çizgisi, çözüm beklentisi herkese kazandırıyordu. Bu sürecin taraflarına daha da çok kazandırıyordu. Bu süreçten kazançlı çıkan sadece AK Parti değildi. Süreçle ilintili olan HDP de artan bir şekilde kitle desteğini artırıyordu. 2014 cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Demirtaş’ın oyunu önemli oranda arttırması, 7 Haziran’da HDP’nin barajı aşarak oyunu yüzde 13’lere ulaştırması esas olarak Çözüm Süreci’nin yol açtığı yumuşak ortamın sonucuydu. Ne var ki taraflar Çözüm Süreci’nin yol açtığı olumlu atmosferi, süreci kalıcı ve demokratik adımlarla tahkim etmek ve savaşa dönüşü imkânsız kılacak ileri bir aşamaya taşımak için kullanmak yerine, kısa ve kısır parti çıkarlarına feda ettiler.
Ak Parti Çözüm Süreci’ni işin başından itibaren PKK’yi silahsızlandırmaya indirgedi. Kürt sorununun çözümüne ilişkin bütünlüklü ve kalıcı bir çözüm siyaseti oluşturmadı. Koşulların dayattığı oranda adımlar attı. Sorunun eşitlikçi çözümü noktasında adım atmakta ise duraksadı. Silahlar bırakılırsa Kürt sorununun çözüleceğini varsaydı. Sorunu böyle koyunca da çözümü Öcalan şahsında PKK ile diyalogda aradı ve Öcalan üzerinden bu sorunu çözmeye yeltendi.
2013 Newrozu’nda Öcalan’ın PKK’ye silahlı güçlerini yurtdışına çekme çağrısında bulunması ve PKK’nin de buna uyacağını ilan etmesi toplumda büyük bir iyimserliğe yol açtı. Ancak aradan fazla zaman geçmeden PKK geriye çekilmeyi durdurdu. Çözüm süreci de o noktadan teklemeye başladı ve o zaman anlaşıldı ki her iki tarafta da çözüm için gerekli irade yok.
Daha o dönemde hükümete dönük uyarılarda bulunduk.
Birincisi, PKK’ye silah bıraktırmakla Kürt sorununun çözülemeyeceğini söyledik.
İkincisi, Kürt sorunuyla neden sonuç ilişkisinden kopartılarak silahların susturulamayacağını dile getirdik.
Üçüncüsü, silahları bırakacak insanlara siyaset kanallarının açılması, bunun için kapsamlı düzenlemelerin yapılması gereğine dikkat çektik.
Dördüncüsü, söz konusu Kürt sorunu olunca farklı Kürt kesimlerinin sürece dâhil edilmesi gerektiğini belirttik.
İşin silah boyutu elbette Öcalan ve PKK ile görüşülebilirdi. Ancak Kürt sorunu söz konusu olduğunda mutlaka farklı Kürt kesimleri sürece dâhil edilmeliydi. Farklı Kürt kesimlerinin sürece katılması Çözüm Süreci’ni gizli, kısır ve kapalı devre bir diyalog olmaktan çıkartır, hem hükümet hem de PKK açısından bir denetim işlevini yerine getirebilirdi. Böyle bir katılım görüşmelere farklı bir enerji taşıyabilir, sürece farklı bir derinlik kazandırabilirdi.
Ne var ki hükümet bütün bu uyarılara kulağını kapadı. Farklı Kürt kesimlerinin işi zora sokacağını ve sürecin yönünü değiştirebileceğini düşündü. Bu hesaplarla işi tek başına Öcalan ile çözme kolaylığına kapıldı. Nasıl olsa Öcalan’ın devleti rahatsız eden bir talebi söz konusu değildi. Başka Kürtlerin katılımı devletin hesaplarını bozabilirdi. Bu nedenle Öcalan imajı cilalalanarak makul muhatap olarak yeniden piyasaya sürüldü.
Ancak onunla da olmadı. Bu işin Öcalan ile çözülemeyeceğini anladığı anda da devlet süreci zamana yaydı ve peş peşe gelen seçimlerin olası bir çatışma ortamından etkilenmemesi için süreci 7 Haziran seçim sonrasına kadar ayakta tutmaya çalıştı.
Hatta 7 Haziran sonrasını bile beklemeden süreci bir yana ittiğini söylemek mümkün. Özellikle de cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katı ve sert müdahaleleri nedeniyle AK Parti sürece ilişkin iradesini tümden yitirdi. 28 Şubat’ta Dolmabahçe Sarayı’nda hükümet ve HDP heyetleri basına ortak açıklamada bulundu. Ancak bu son hamle de Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından boşa çıkartılarak, sürecin sonu getirildi.
Öte yandan sürecin bu noktaya gelmemesi için PKK ne kadar sorumlu davrandı? Öcalan 2013 Newroz çağrısında silahlı mücadeleyi artık stratejik olarak geride bıraktıklarını söylediğinde ve PKK’nin silahlı güçlerini yurtdışına çekme çağrısında bulunduğunda PKK önce bu çağrıya uyar gibi oldu. Daha sonra ise geri çekilmeyi durdurdu. PKK Öcalan’ın çağrısına uyacağına, sonunda Öcalan PKK’ye uydu. Acaba PKK o zaman Öcalan’ın çağrısına uyarak güçlerini sınır dışına çekseydi bu gün yaşananlar yine yaşanır mıydı?
Başka bir ifade ile PKK uzun erimde süreci kolaylaştıracak adımlar atmak yerine o da AKP gibi faydacı bir çizgi izledi, parti olarak süreçten maksimum düzeyde faydalanmak için fırsatçı davrandı. PKK Türkiye’den çekilmek yerine elindeki silahlı güçleri, Kürdistan’daki konumunu tahkim etmek ve korumak için bir araç olarak kullandı. PKK silahlı güçleriyle hem mevcut konumunu korumaya bu arada da Kürt toplumu üzerinde tahakkümünü güçlendirmeye çalıştı.
2015 Haziran tarihinde çıkan Deng Dergisi’nde bütün bu verili durumdan yola çıkarak şu tespitte bulunduğumu hatırlıyorum. ‘Önümüzdeki dönemde bir silahlı çatışma ihtimali PKK’dan çok devlet tarafından gündeme gelebilir. Eğer başka türlü bir çözüm bulunmazsa, devletin önümüzdeki dönemde PKK’ye dönük bir saldırı başlatması ve bundan kaynaklı bir çatışma sürecine girilmesi ihtimal dâhilinde. Ancak bunun da uzun sürmesi beklenemez. Çünkü devlet açısından da artık silah ve şiddetle gidilecek bir yer kalmadı. Yeni bir çatışma ortamı bu kez telafisi zor sonuçlara yol açabilir.’
Benim öngörmediğim şey ise PKK’nin devletin böylesi bir hamle için gökte aradığı gerekçeleri ona altın tepside sunması. İki ay önceki Deng’te PKK’nin devlete dönük saldırılarda bulunmayacağını ise şu gerekçelere dayandırmıştım. ‘Çünkü PKK silahlı mücadeleyle ulaşabildiği maksimum hedeflerine ulaştı. Gelinen aşamada silahlı mücadele ile daha fazla elde edebileceği bir şey yok. Bundan böyle başvurulacak silahlı mücadele sadece Kürt halkının haklı mücadelesine zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda PKK’nin elindeki kazanımlara da zarar verebilir. Bu nedenle lokal ve mevzi olaylar hariç, PKK’nin artık kapsamlı bir silahlı mücadeleye başvurması beklenmemeli.’
Seçim sonrasında ortaya çıkan pozitif atmosfer heder edildi
Önceki bütün seçimlerde Çözüm Süreci’nin avantajını oya çeviren AK Parti, 7 Haziran’da çözüm çizgisinden sapmasının bedelini büyük oranda kaybederek ödedi. AK Parti’den kopan oylar ise ağırlıklı olarak HDP’ye kaydı. Hem AKP’nin sürece ilişkin tutumu, hem de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tek adam iktidar hırsı esas olarak HDP’ye yaradı. HDP’nin barajı aşıp oyunu yüzde 13’lere vardırmasında söz konusu faktörlerin büyük payı oldu. Öte yandan aklı başında herkes HDP’nin başarısını kutladı ve ona verilen oyu barışçıl çözüme sunulan destek olarak değerlendirdi. HDP’nin 80 vekille parlamentoda temsil edilmesi silahların devreden çıkması ve Kürt sorununun siyasi platforma taşınması için bir şans olarak görüldü.
PKK’nin 7 Haziran sonrası tutumu ise tam ters yönde oldu. HDP yetkililerin her açıklaması Kandil tarafından tekzip edildi. HDP’nin kendisini doğru dürüst ifade etmesine, geleceğe ilişkin bir yol haritası oluşturmasına bile fırsat verilmeden, PKK, devrimci halk savaşından dem vurmaya başladı. PKK sözcüleri yaptıkları her açıklamayla ortamı gerdiler, sürecin bitiğini ve savaşın başlayacağını sabah akşam sakız gibi ağızlarında çiğnediler.
Bu arada hiçbir gerekçe yokken yol kontrolleri artırıldı, gereksiz yere vatandaşların araçları yakıldı, şurada burada sivil insanlar kaçırıldı. Suruç katliamının gerçekleştiği gün Adıyaman’da bir asker vuruldu.
Suruç IŞİD tuzağıydı
20 Temmuz’da gerçekleştirilen bir intihar saldırısında Kobanê ile dayanışma amacıyla Suruç’ta bulunan Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu (SGDF) üyesi 32 genç insanın katledilmesi Türkiye’de büyük bir infiale yol açtı. IŞİD bu saldırıyla savaş alanını Kuzey Kürdistan’a taşımış, ama aynı zamanda istediğinde Türkiye’yi de vurabileceğini göstermek istemişti. Suruç katliamı hem Kürtlere hem de IŞİD’e karşı safını belirlemekte olan Türkiye’ye verilmiş bir mesajdı. Daha da önemlisi bir Kürt Türk çatışmasını tetikleyerek bir taşla iki kuş vurmayı amaçlayan sinsi bir tuzaktı.
PKK ise bu tuzağa balıklama atılmakta gecikmedi. 22 Temmuz’da Ceylanpınar’da gece evlerinde iki polisin öldürülmesini PKK jet hızıyla üstlendi. Devlet ise PKK’ya karşı başlatmayı planladığı saldırı için Ceylanpınar olayını büyük bir fırsat olarak kullandı. Suriye sınırının Kilis’e yakın bir noktasında bir Türk askerinin IŞİD tarafından yapılan atış sonucunda öldürülmesi ise, Türkiye’nin 24 Temmuz tarihinde IŞİD’e ve PKK’ye karşı eş zamanlı bir hava akını başlatmasına yol açtı.
IŞİD’e yapılan hava operasyonları ilk günden sonra durduğu halde, Türkiye’nin PKK kamplarına yönelik sürdürdüğü hava operasyonları artarak devam etti. PKK ise değişik saldırılarla bu operasyonlara misillemede bulundu. Daha şimdiden karşılıklı saldırılarda yaşamını yitirenlerin sayısı yüzlerle ifade edilmekte, yaralananların, yaşanan maddi kayıpların bilançosunu ise bilen yok.
Savaş herkese zarar
Devlet/hükümet yetkilileri, PKK’ye karşı başlatılan saldırıları, onun bölgede kurduğu ‘paralel yapı’ ile gerekçelendiriyor ve PKK sınır dışına çekilmeden operasyonların sürdüreceğini ifade ediyor. PKK’nin ise gerilimi tırmandırma çizgisinin tutarlı bir açıklaması yok. Ancak bu konuya ilişkin yapılan akıl yürütmelerde ortaya çıkanlar var. Buna göre PKK, Suriye’de PYD üzerinden önemli oranda prestij edindi. IŞİD’e karşı verilen mücadeleden dolayı başta ABD olmak üzere Batı dünyasının sempatisini kazandı. Öyle ki Batı kamuoyunda PKK’nin terör listesinden çıkartılması tartışılır hale geldi.
Bu arada PKK, HDP’nin yüzde 13 oranında oy almasını da yanlış okumuş olabilir. IŞİD nedeniyle Türkiye’nin Batı’da yaşadığı yalnızlığı gören PKK, bu durumu Türkiye’ye karşı savaş başlatmak için bir fırsat olarak değerlendirmiş olabilir. Özetle, PKK’nin gerilimi tırmandırmasını onun kapıldığı kibirle açıklayan değerlendirmeler söz konusu.
Ne var ki bu hesapların hiçbiri gerçekçi değil.
Çünkü PKK’nin gerilim çizgisi ve devletin başlattığı operasyonlarla gelinen çatışma ortamının hiç kimseye bir yararı yok. Türkiye’de başlayan çatışma ortamının ilk kurbanı hiç kuşkusuz HDP oldu. Bu çatışmalı ortamın HDP’ye oy veren kitlelerde büyük bir hayal kırıklığına yol açtığına kuşku yok. Savaş, daha şimdiden legal demokratik zemini etkisiz hale getirmiş durumda. Önü alınamadığı takdirde bu çatışmalı ortamın telafisi zor sonuçlara yol açması ihtimal dahilinde.
Devletin hava operasyonlarını Kandil ve çevresine yoğunlaştırmasının bir başka sonucu daha var. Söz konusu bölge Kürdistan Bölgesi’nin bir parçası. Bölgeye yapılan hava operasyonlarında şimdiye dek onlarca sivil yaşamını yitirdi. Dahası Kandil ve çevresine yapılan operasyonlar son tahlilde Kürdistan Bölgesi’nin egemenliğinin ihlali anlamına geliyor. Kürdistan Bölge Yönetimi ve Sayın Barzani’nin ise saldırıları kınamanın ötesinde yapabilecekleri bir şey yok. Bu durum doğal olarak başta Sayın Barzani olmak üzere Kürdistan Bölge Yönetimi’ni zora sokuyor.
Türkiye’de başlayan çatışmalı ortamdan en çok yararlanan ise herhalde IŞİD olmalı. Söz konusu çatışmalar IŞİD karşıtı savaşı zayıflatırken, onun elini rahatlamış durumda. Batılıların bu savaşın bitmesine ilişkin olarak canhıraş bir biçimde yaptıkları çağrıların bir nedeni de bu. Çünkü söz konusu çatışmalı ortam IŞİD’e karşı savaşın en dinamik aktörü olan Kürtlerin ve son dönemde bu cephede karar kılmış Türkiye’nin enerjisini aynı anda ve gereksiz yere tüketiyor.
Savaş sürdürülemez
Bu savaşın hiç kimseye bir yararı yok ve daha fazla sürdürülmesi imkânsız. Ayrıca iddia edildiği Türkiye’nin 1990’lara dönmesi hem kolay görünmüyor hem de arzulanan bir şey değil. Çünkü son 5-10 yıl içinde Türkiye, Kürt sorununun çözümü yönünde önemli deneyimler edindi. Öcalan ve PKK ile yürütülen görüşmeler bakımından belli bir yol alındı. Geçen dönemde yaşanan deneyimler, Kürt sorununda neyin çözüme hizmet ettiği, hangi yöntemlerle sonuca gidilmeyeceği bakımından öğretici oldu. Bu arada Türk toplumu çözüm yönünde olgunlaştı. Görece barış ve çatışmasızlık ortamının rahatını kendi pratiğinde yaşadı. AKP iktidarı döneminde Kürt sorununa ilişkin geçmişten gelen tabu ve korkuların çoğu aşıldı. Barış talebi topluma mal oldu. Özetle Türkiye toplumunun geçen dönemde barış ve çözüm yönünde edindiği güçlü bir hafıza söz konusu. Böyle bir toplumda Türkiye’nin 90’lı yıllara dönüşü (imkânsız olmazsa da) kolay değil.
Son dönemde başlayan çatışmalı ortamın tehdit ettiği alanlardan biri de Türkiye ile Güney Kürdistan arasında yakalanan stratejik ilişki. Söz konusu savaş sadece Güney Kürdistan’da can ve mal kayıplarına yol açmakla kalmıyor, aynı zamanda Kürdistan’ın egemenlik hukukunu ve siyasi istikrarını riske sokuyor. Bu açıdan da bakıldığında savaşın bir an önce durması dışında bir çıkış yok
Yeniden başlayan savaşın etkisinin en çok hissedildiği yer ise hiç şüphesiz Suriye cephesi.
Bilindiği gibi Suriye’de IŞİD’e karşı verilen mücadelede ABD’nin en yakın müttefiki Kürtler, özel olarak da PYD. Türkiye de son dönemde yaptığı ani bir manevrayla bu cepheye katıldı. Başka bir ifade ile Türkiye gelinen aşamada Suriye’de IŞİD’e karşı savaşta PYD ile aynı safta yer alıyor. PYD ise sırtını önemli oranda PKK’ye dayıyor. Böyle bir tablo içinde Türkiye ile PKK arasında yaşanan çatışmaya anlam vermek imkânsız. Bu açıdan bölgedeki bütün aktörlerin çıkarı söz konusu çatışmanın bitirilmesi ve tarafların bir önce masaya dönmesi yönünde. Bu yönde artan çağrıların karşılık bulması kaçınılmaz ve çatışmalar eninde sonunda bir noktada durmak zorunda. Çatışan taraflar ise önce bir ötekini hırpalayıp elini güçlendirerek öylece masaya dönme hesabı içinde.
Çatışmalar durmalı, Çözüm Süreci yeni bir zihniyetle yeniden başlatılmalı
Bütün bu deneyimlerin gösterdiği şu; savaş ve şiddetle gidilecek bir yer yok. Savaş ve çatışmalar bir an önce durmalı. Türkiye, iç içe geçen silah ve Kürt sorununa ilişkin acil ve eş zamanlı bir süreci yeniden başlatmalı. Yakıcı bir sorun olan silah meselesinin çözülmesine öncelik verilebilir. Siyasete katılım karşılığında PKK’nin güçlerini Türkiye’den çekilmesi sağlanmalı. Kürt halkının temel ve meşru haklarını tanımaya dönük yasal ve pratik adımlar için kararlı bir başlangıç yapılmalı. Böyle bir süreç hiç kuşkusuz kapalı kapılar ardından değil, açık, şeffaf, esas olarak parlamento zemininde ve maksimum düzeyde bir katılımla yürütülmeli. PKK’nin yanı sıra Kürt toplumunun belli başlı kesimlerinin katılması süreci daha sağlıklı kılar ve sonuç almaya katkı sunar.
Türkiye şunu anlamak zorunda. Bundan böyle Türkiye’nin huzuru ve geleceği onun Kürt sorununda izleyeceği tutuma bağlı. Bu sadece içerisi bakımından değil diğer ülke sınırları içindeki Kürtler için de öyle. Türkiye Kürtlerin varlığını, kimliğini tanımak, onlarla eşit koşullarda, eşitlik temelinde yaşamayı kabul etmek zorunda. Dahası Türkiye geleceğini Kürtlerle birlikte kurmak zorunda. Bunun için yapılacak şey Kürt sorununda köklü bir politika değişikliğine gitmektir. Bu açıdan Türkiye belki geç kalmış olabilir ama daha fazla geç kalmış değil.
Not: Bu yazı Eylül ayında çıkan Deng 99. sayısından alındı.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.