Dün akşam birkaç yakın arkadaşımla yemek yiyorduk. Başbakan Erdoğan’ın Kanunî’nin François’ya mektubunu okuduğunu orada öğrendim. Kötü oldum. Gerçekten kötü oldum.
Öğrenme biçimim de ilginçti. Olayın lafı açıldı. Ben, Türkiye’nin yasaya gösterdiği tepkilerin bildiğim kadarına yeterince tepkili olduğum, bunları çocukça, utanılası davranışlar olarak gördüğüm için, abartılı bir eleştiri olmak üzere, “Sarkozy’nin küçük adı François değil mi” diye sordum. “Öyle olsa, ‘sen ki Françesko’sun’ diye cevap verilirdi” dedim. “Tamam,” dediler, “Başbakan o mektubu televizyonda okudu.” İçimden çığlıklar atmak geldi. Atmışımdır da. Büyük utanç duydum.
O mektup oldum olası beni kötü etmiştir. İlkokul kitabında görüp okuduğum zaman da aynı ruh haline girdiğimi hatırlarım. Evden ve aileden aldığım terbiye olsun, okuduğum şeylerden (çoğu çocuk edebiyatı tabii) böyle bir tavra “kibir” dendiğini, “kibir”in kötü bir şey olduğunu öğrenmiştim. Daha bir dizi öğrenilen, öğrendiğim şey gibi: “yalan söylemek kötüdür”, “kötü bir şey yapıp özür dilememek kötüdür”, “burnunu karıştırmak kötüdür”, “sokağa tükürmek kötüdür”, “senden zayıf birine kabadayılık etmek kötüdür” vb. Bunları insan çocukken öğrenirken, genel olarak, benim yukarıda yazdığım tanımlayıcı cümleler olarak öğrenmez genellikle. Böyle öğrenmemesi daha doğrudur. Böyle doğru düzgün cümlelerle “X iyidir”, “Z kötüdür” diye öğrenilen şeyler genellikle insan zihninin yüzeyinde kalır, derine inmez, inmeyince de kolaylıkla unutulabilir, savsaklanabilir. “Kibir kötüdür” diye bir cümle ezberlemektense, kibir denen şeyi etkin olarak, eylem halinde gördüğünde, içinde elle tutulmaz bir şeyin kabardığını, gördüğü o şeye isyan ettiğini hissetmektir iyi olanı.
Başbakan’ın Kanunî’nin mektubunu okuduğunu öğrendiğim zaman içimde kabardığını hissettiğim o şey.
Tabii “kibir”, “kıskançlık”, “zulüm” vb. adlarla andığımız, tanıdığımız ve tanımladığımız tavırlar, olumlusu, olumsuzu, çağdan çağa değişebilirler. Köleliğin gündelik, sıradan bir olay olduğu zamanlarda telaffuz edeceğimiz “şefkat” duygusu, köleliğin yasalarla yasaklandığı bir çağda “şefkat” kelimesinden anladığımız duygudan epey farklıdır.
Homeros zamanında iki savaşçı savaş meydanında karşı karşıya gelince, o güne kadar yaptıklarını anlatırlardı: “Ben şunu şunu şunu er meydanında yere sermiş falancayım. Şimdi senin sıran geldi. Seni de onların yanına göndereceğim” türünden tiradlar atarlardı. Buna “övünmek”, “böbürlenmek” falan deriz. O çağda bunun yapılması, belki, bugünün terminolojisinde “psikolojik savaş” dediğimiz şeye denk düşüyordu. Onu, yani “psikolojik savaş”ı bugün de yapıyoruz, ama bambaşka, kıyaslanamayacak kadar sofistike araçlarla. “Ben şunu şunu yapmış adamım” diye böbürlenmeyi de biraz utanılacak bir davranış olarak görüyoruz. Yani, uzun lafın kısası, Kanunî Süleyman’ın zamanında öyle bir name döşemek, genel teamüllere çok aykırı düşen bir şey değildi.
Ama bugün kalkıp da o mektubu okumak öyle değil.
Nasıl bir ruh halidir ki, insana bunu yaptırtır. Kanunî Süleyman’ın on altıncı yüzyıldaki stilize kibrinden bu yüzyıla yararlanmayı ummak için nasıl bir zihin yapısı gerekir? Çok sağlıklı bir zihin yapısı olacağını düşünemiyorum.
Tabii daha vahim olanı, bunun tekil, bireysel bir olay olmaması. Eminim ki bu ülkede büyük çoğunluk Başbakan’ın bunu yapmasını pek beğenmiştir. MHP tabii, ama Başbakan’ın her dediğine kusur bulmakla yükümlü CHP de burada onun yanındadır. Benim duyduğum şeyleri duyansa, bir avuç insandır.
Çünkü bu bizim toplumsal terbiyemiz ve ulusal kültürümüz. İçerdiği bütün bastırılmış aşağılık kompleksinden beslenen bu çirkin böbürlenmeyi bir erdem gibi görmeyi bize bu terbiye öğretiyor.
Bunlara bir de Hasan Celâl’in “Yahudi”sini ekleyin. Sonra da, “Biz soykırım yapacak millet miyiz?” diye ortalıkta salının.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.