EDINBURGH/Belfast’tan sonraki durağımız Edinburgh’tu. Belfast’tan ayrılırken, dilimde Kavafis’in dizeleri, kulaklarımda Ezginin Günlüğü’nün o dizelere ayrı bir ruh veren müziği vardı.
Belfast insanı öyle kolay terk edecek bir şehir değil gerçekten. Esasen sadece bir “şehir” de değil; ondan çok fazla bir şey. “Bu şehir, insanın arkasından gelir” dizesi de tam karşılamıyor o andaki hislerimi. “Kalbim Belfast’ta kaldı” daha iyi galiba, tabii aklım da! Belfast’ın kalbimdeki mekânında ince bir sızı var; aklım ise biraz karışık!
Evet, Belfast, yarılmış ve yaralı bir şehir! Bu haliyle, insanın duygularını bölüyor, kalbinde yarıklar açıyor. Yüzeysel iyimserlikler, kolay umutlar için uygun bir adres değil. Yalansız bir aynaya benziyor daha çok! Kendinizi vererek bakarsanız, size “içinizdeki hayvanı” gösterebilir. Ağır imtihanlardan geçmiş her varlık gibi, ne gösterirse göstersin, hepsinde sahicilik var.
Sait Faik’in o eşsiz öyküsü “Sinarit Baba”yı hatırladım şehri düşünürken. Sinarit Baba, hayatın imtihanından geçmemiş insanları, dünyanın en büyük erdemlerine sahip görünseler ve gerçekte öyle olsalar da, inandırıcı ve güvenilir bulmuyor. İmtihanı başarıp başaramamaktan bağımsız olarak, sadece o imtihanı yaşamış olmak, sahiciliğin vazgeçilmez şartıdır onun için. Eminim Sinarit Baba, bir bakışta görürdü Belfast’ın açık veya saklı tüm damarlarını.
Önceki yazımda da söylemiştim, Belfast’ta karşılaştığım insanlar arasında bana en sahici geleni Gerry Kelly oldu. İnsanların birbirlerine dokunabilmelerinin dönüştürücü gücünü, hem hikâyesiyle hem de söyledikleriyle pek iyi anlatıyordu.
Kelly, “barış sürecinin çok öğretici olduğunu” belirtirken, çatışma çözümü bahsinin merkezini işaret ediyordu. Masaya oturmak üzere biraraya gelen “düşman taraflar”, ilk buluşmalarda el sıkışmayı, hatta selamlaşmayı bile içlerine sindirmezlerken; görüşmeler aktıkça kalıcı ve yaratıcı ilişkiler kurabilmişler.
Bu dönüşüm toplumlara da yansımış şüphesiz; ama algılarda ve duygularda öyle hızlı ve derin bir “iyileşme” yaratacak şekilde değil. Tabii uzun süre çatışmış, birbirini acıtmış toplumların barışmaları o kadar kolay olmuyor. Güvensizlik, öfke, kin ve intikam duyguları da o kadar kolay aşılamıyor. Ama barışma çabası, kısa sürede bir kolektif öğrenme sürecini harekete geçirebiliyor. İşte Belfast’tan kalan en sahici umut da budur!
Esas mesele, bisikleti doğrultup yürütmekte, yani “bir barışma ve çözüm süreci” başlatabilmekte! Sonrasında da, Jonathan Powell’ın çok tutan misalinde olduğu gibi, bisikleti hep hareket halinde tutmak, yani dağda bayırda, asfaltta şosede, yokuşta inişte pedalı hep çevirmek gerekiyor.
Belfast’tan uçakla en fazla bir saat mesafedeki Edinburgh, çok başka bir dünya! Uzayıp giden kırlar, yayılıp genişleyen yeşillikler, mutlu mesut otlayan inekler, koyunlar... Hepsi birden, bir huzur vahasına düştüğünüzü düşündürüyor.
İskoçya’da bir “sorun” var; ama buna kelimenin dar ve sert anlamında “çatışma” demek çok zor. Toplumun içinde yaşanan “hayatî bir sorun” değil bu; merkezle yaşanan “siyasî ve idarî bir sorun”!
İskoçya’nın genç parlamentosunda bu soruna dair aydınlatıcı görüşmeler yaptık. Fakat bu memlekette geçirdiğimiz zamana damgasını vuran şey, benim (ve sanırım hepimiz) için daha çok dinlenme, gördüklerimizi ve duyduklarımızı demleme, tefekkür ve sohbet imkânı bulmak oldu.
Demokratik Gelişim Enstitüsü (DPI) olarak bu programı hazırlarken, “büyük” hedefler belirlemedik. Esasen projemizin bütününün amacı, çatışma çözümü, geçiş ve yeniden inşa süreciyle ilgili bilgi ve tecrübe birikimini, bilhassa yöntem, usul ve dil açılarından daha fazla tanıma ve tartışma imkânı yaratmaktır. İşin içeriğinden çok tekniğiyle ilgiliyiz. Bir “model aramak”tan ziyade, kendi modelimizi kurmayı kolaylaştıracak yöntem ve sistemlere yoğunlaşmayı tercih ediyoruz.
İşte Britanya ziyareti, uzun soluklu olacağını umut ettiğimiz çok boyutlu çalışmalarımızın ilk aşamasının son etabıydı. Heyette kimlerin yer aldığını, nerelerde kimlerle neler konuşulduğunu, ziyaretin genel havasını, heyetteki gazeteciler ilk elden yazdılar.
Bizim program türünden çalışmaların, belli çevreleri tedirgin etmesi şaşırtıcı değil; muhtelif komplo teorilerine konu edilmesi de hiç sürpriz olmaz. Hangi niyet veya saikle olursa olsun, bu gibi yaklaşımlar çatışmaların “çözümü”ne, açıkçası Kürt sorununun barışçıl bir “çözüm mecrası”na akmasına değil; her şeyin daha kötüye gitmesine hizmet eder. Şu çeyrek asrı aşan yıkıcı ve acıtıcı çatışma tecrübemiz bunu yeterince gösteriyor. Artık “yeni şeyler söylemek”, başka yollar denemek, yeni diller aramak lazım! Britanya seyahatimiz, “yeni yol, yordam, üslup arayışı”nda birçok açıdan bir “ilk”ti ve de “iyi”ydi.
Bir seyahat ve birkaç mülakatla bir şeylerin hemen değişeceği hayaline kapılmayacak kadar “kırıklık birikimi”ne sahibiz ne yazık ki! Lakin seyahat boyunca ve hele de son gününe geldiğimizde, heyetteki hava bu tecrübeyi de dönüştüreceğimize dair umutlarımızı cidden büyüttü.
Barışma süreci ile şiir yazma arasında bir ilişki kursam, fazla mı romantik davranmış olurum? Olsun, ben yine de kuracağım ve bunun için de Danimarkalı şair Pia Tafdrup’tan yardım alacağım. “Şiir” kelimesinin yerine “barış”ı koyunca, hiç de alakasız olmuyor bana göre:
“Şiiri yaratma süreci, adsızı adlandırmak, söylenmemişi söylemek, ışığın gömülmüş olduğu yere giden yolu bulmak demektir. Şiir yazmak, ... anlatılmamış olan bölgeye girmektir.”
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.