Esas duruşta voleybolu Diyarbakır cezaevinde oynadım, ama bir futbolcu oynadığı futbol takımını yıllarca nasıl gizleyebilir, onu da Kıbrıs’ta öğrendim.
Eminim siz şimdi hem bir cezaevinde esas duruşta oynanan voleybolu, hem de bir futbolcunun oynadığı takımı yılarca nasıl gizlediğini merak etmişsinizdir.
İlkinden başlayayım o halde anlatmaya.
12 Eylül’ün karanlığı biraz aydınlanır gibi olunca, başta uluslararası medya olmak üzere çeşitli kurumlar, Diyarbakır cezaevinde ne olup bittiğini kurcalamaya başladılar.. Burada mahkûm ve tutuklulara reva görülen muameleler araştırılıyor, birtakım heyetlerin cezaevinde araştırma yapmalarına, askerî disiplin içinde tabii, ve kısmi izin veriliyordu. Herhangi bir heyet, koğuşları ziyaret etmek istediğinde, örnek koğuş ziyarete hazır hale getiriliyor, işkenceden beter hale gelmiş veremliler, sakatlar, hastalar ve yaşlılar birkaç saatliğine başka yerde tutuluyor, cezaevinde kaldıkları zamanda çok iyi muamele gördükleri hallerinden belli(!), tümüyle sağlıklı zımba gibi tutuklular böylece teftişe hazır hale getiriliyordu.
Gelen heyetler, bu ‘mucize koğuşlara’ inanıyorlar mıydı acaba, hiç sanmıyorum.
Ama cezaevine adım atar atmaz, kendilerini önceden hazırlığı yapılmış bir mizansenin parçası olmaktan kurtaramadıkları da açıktı..
Başka koğuşlarda oldu mu pek bilmiyorum, bir gün bizim havalandırmaya voleybol ağı kuruldu. Galiba bu teftiş konseptinin bir parçasıydı. Yürümeyi bile unutmuşuz. Zıplayıp hoplamadan nasıl voleybol oynayacağız peki, bu ne işe yarayacak diye merak içinde bekliyoruz.
Derken gardiyanın talimatıyla dışarı çıkarıldık.
Hava mis gibi, güneşli ve pürüzsüz..
İnsanın metrelerce yükseklikteki havalandırma duvarının üstünden sıçrayıp, güneşi, gökyüzünün maviliklerini, nazlı bir gelin gibi salınan bulutları, güneşin aydınlattığı ve gölgelediği her şeyi elleriyle sımsıkı yakalayıp avuçlayası geliyor..
Zaman öyle garipliklerle dolu bir zaman ki, bir yandan heyetler gidip geliyor halimizi anlamak için, bir yandan da gökyüzüne bakmak hâlâ yasak!
Voleybol oynamak, bize uygulanan askerî disiplinin ortasından çatlaması demek, normal insan moduna geçmek demek, diye içimizden seviniyoruz.. Yemek yeme, çay içme, dinlenme, uyuma saatleri, nizami kurallara bağlanmış, mahkemeye, hastaneye, görüşe askerî yürüyüşle gidiyoruz. Uyurken dahi, esas duruşumuzu bozmuyoruz.
Gardiyanlar normal insanlar gibi yürümeye adi adım diyor! Hâl bu hâl yani..
Derken, havalandırmada, nizami olarak sıraya dizildik, herkes esas duruşta. Gözlerimizi voleybol ağına ve yerdeki topa dikmiş, gelecek talimatı bekliyoruz.
İçimizden iki kişiyi çıkardılar. Koğuşun yaş ortalamasına göre, en yaşlı iki kişi.. Biri Cizre’den değerli dostum Sabri Vesek, biri Kasrê Kancodan, Mehmet Türk..
Sonra takımları oluşturdular. Mehmet Türk’e ve diğer arkadaşlara görevlerinin ne olduğunu bir bir anlattılar. Türk’e sen kütörsün, dediler, herkes topu sana yollayacak sen de, karşı tarafa bastıracaksın..
Ve son emir:
“Lan top oynarken, nizami duruşu bozmak yok ha, oyarım yoksa!”
Nasıl olacak derken, oldu valla.. Topun saha içindeki hareketlerini gözlerimizle takip ediyoruz ve başımızın üstünde gezindiğini hissettiğimiz anda topa birden vuruyor ve hamle biter bitmez, esas duruşa geçiyorduk!
Kıbrıs’ta ilginç bir araştırma yapmış Dr. Okan Dağlı. İki toplum gül gibi geçinip giderken, kurulan karma futbol takımlarını ve bu takımlarda top oynamış Türk sporcularla konuşmuş.
Dr. Dağlı’nın geçen hafta sözünü ettiğim Bınrıs’taki konferansta, bu değerli çalışması bir panele konu olmuştu:
Bölünmüş Kıbrıs’ta Futbol Oynamak..
Orada öğrendim ki bazı Türk futbolcular, bölünmeden sonra da, karşı tarafta top oynamayı gizlilik içinde sürdürmüşler..
İşte o anda, aklıma esas duruşta oynanan voleybol geldi..
O panelde konuşan Okan Dağlı, bugün bir kısmı hayatta olan bu futbolcularla konuşmuş.
Bunlardan İbrahim Bekircan’ın hikâyesi olağanüstüydü gerçekten..
Bekircan 1918’de Limasol’da doğmuş. 1983’li yıllarda ARIS adlı takımda top oynamış. İkinci dünya savaşı çıkınca savaşa katılmış. Mısır, Libya ve Yunanistan’da savaşmış.
Bekircan, 1941’de Almanlara esir düşüyor. Berlin ve Çekoslovakya’daki esir kampında dört yıl kalıyor.
O esaret günlerini Dr. Dağlı’ya şu çarpıcı sözlerle anlatmış:
“Glafkos Klerides de bu kampta esirdi. Ayni yerde kalıyorduk. Onunla yaşıt olduğumuz için aramız çok iyiydi. Ama Klerides voleybolu çok severdi ve voleybol oynardı. Voleybol takımını o kurmuştu. Onun en iyi oyuncusu da bendim. Pasörüm Kleridis idi. O bana topu kaldırır ben de smaç yapardım. Klerides Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasında hiç bir ayırım yapmayan, çok yardımsever ve çok efendi biri idi. Hava Kuvvetlerinde (RAF’da –Royal Air Force–) askerdi. Diyalogumuz direk görüşemesek de hep sürdü. Kızı Keti ile tanıştım. Onun aracılığı ile haberleştik. The Grate Escape diye çok meşhur bir filim vardır. Esir kampından kaçışı anlatan ve Steve McQueen’in oynadığı film, işte bizim bu kaldığımız kampta çekilmiştir.”
EOKA ve TMT Kıbrıs’a hâkim olunca, bazı Türk futbolcular tercih yapmaya zorlanıyorlar. Ya Rum takımında ve karşı tarafta top oynamak, ya da Kıbrıslı Türk olmanın gururu! Seç bakalım diyorlar..
Sözünü ettiğim panelde konuşan eski futbolcu Zihni Uysal’a da aynı teklif gitmiş.
“Ya futbolu ya burada kalmayı seçeceksin” demişler.. Panelde hüzün dolu bir sesle. “Ailemi seçtim. Şimdi olsa öbür tarafta kalır futbol oynardım” dedi.
Zihni Uysal, “Bir futbol maçıyla belki barış gelebilir bir ülkeye” derken çok haklıydı aslında.
Güney Afrika barışı, Mandela’nın beyazlara ait ulusal formayı giymesi ve sonrasında oynanan rugby maçıyla kurulmamış mıydı?
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.