Demokrasi Türkiye'de uzun yıllar araçsal bir bakışla ele alındı.
Demokratik süreçlerin sonucunda ortaya çıkan yönetim işimize geliyorsa buna ‘demokrasi' der, aksi halde karşımızda demokratik mekanizmadan yararlanan bir otoriter tahakkümün bulunduğunu öne sürerdik. Bütün darbe dönemleri böyle yaşandı ve darbeler meşrulaştırıldı. Darbeler tabii ki demokrasiye uygun düşmüyordu, ama ‘özgürlüklerin' geri gelmesi için de bazen gerekebiliyordu... Bu muhakemeyi yürütenler hemen her zaman laik kesim oldu. Çünkü askerî vesayetin siyasî alanı kısıtlamasına rağmen, seçimlerde çoğunluğu genellikle ‘sağ' siyasetler alıyordu. Türkiye'deki anlamıyla ‘sağ' ise kırsalın, geleneksel kültürel yapının ve Anadolu orta sınıfının sesiydi. Demokrasi gerçekten de özgürlük, eşitlik ve adaleti yurt sathına yayıyor ama bu durum ‘Türk ve laik' makbul ailelerden ve sosyal ağlardan oluşan imtiyazlı kesimin hareket alanını ve özgürlüğünü daraltıyordu. Öte yandan söz konusu özgürlüğün aslında hak edilmemiş imtiyazlara işaret ettiği üzerinde hiç durulmazdı.
Ama zaman içinde Türkiye olgunlaştı. Darbelerin kategorik olarak mahkûm edildiği, ‘darbenin iyisi kötüsü olmaz' yargısının yerleştiği bir döneme girildi. Nitekim bugün Mısır'da Mursi'ye karşı gerçekleştirilen darbe karşısında Parlamento'daki dört siyasî parti ortak bir deklarasyonla karşı çıkabiliyor. Çünkü Türkiye'de artık darbeye ‘darbe' dememek ayıp...
Aslında Batı dünyasında da böyle bir ölçüt var. Ne yaparsınız ki, Doğu'da gerçekleşen bazı darbeler Batılı ülkelerin işine gelebiliyor. Bu durumda yaşananlara ‘darbe' diyerek kendi ahlakî normlarına ters düşmek istemiyorlar. Dolayısıyla da daha alt seviyede bir ahlakî zaaf göstermekle işin içinden çıkacaklarını sanıyorlar. Beyaz Saray “Mısır'daki gelişmelerin nasıl adlandırılacağı konusunda henüz bir karar veremediklerini” açıklıyor. AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilciliği de aynı rahatsızlığı taşıdığını beyan ediyor. Bu noktada Batılı ülkelerin Ortadoğu'da kendi siyasî ve iktisadî çıkarlarının peşinde olduklarını, ‘güvenlik ve istikrar' terimlerinden bölge halklarının huzur ve refahını anlamadıklarını hatırlayabiliriz. Bu tespit bize ABD ve AB'nin niye Mısır'daki darbe karşısında bocaladığını açıklayabilir, ama aynı zamanda Batı dünyasının dünyanın geri kalanı karşısında niçin her geçen gün prestij ve meşruiyet kaybettiğini de söyler.
Çünkü Mısır'da yaşananlar bir günde gelişmedi. Darbe süreci Mursi'nin başa geçmesiyle başladı. Aynen AKP'nin 2002 Kasım'ında iktidara gelmesinden birkaç ay sonra Balyoz darbesinin hazırlık çalışmasının başlaması gibi... Mısır'da yargı Mursi'nin yeni anayasa çalışmasını ilk günden itibaren engelledi. Anayasa Komisyonu'nu feshetti. Mursi ise buna komisyonu yeniden kurarak cevap verdi. Ardından Anayasa Mahkemesi cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen öncesinde Mısır Halk Meclisi'ni lağvederken, Yüksek Askerî Konsey de cumhurbaşkanının yetkilerini daralttı ve en önemlisi parlamento feshedildiği takdirde onun yetkilerinin cumhurbaşkanına değil, askere geçmesini garanti altına aldı. O noktadan sonra ‘siyaset' darbecilerle Mursi arasında bir mücadeleye dönüştü ve Mursi bu süreçte giderek yalnızlaştırıldı. Tabii ki o da hata yaptı... Ama o hatalar söz konusu mücadelenin ‘içinde' yapıldı. Yani bir yıllık darbe girişimini göz ardı ederek o hataları ele almak ahlakî bir tutum olmaz.
Ne var ki bugün Batı'da da Türkiye'de de birçok yorumcu Mursi'nin hatalarını öne çıkarırken sahte bir simetri kaygısı sergiliyor. Sanki her iki tarafın da yanlışlarına işaret ederek ahlakî olunabilecekmiş gibi. Oysa bir tarafta bir siyasetçi, diğer yanda gayri meşru imtiyazlarını korumak isteyen darbeciler var. Bu durum aslında bir asimetriyi akla getiriyor: Ya Mursi laik biri, askerler ise İslamcı olsaydı? Batılı ve Türkiyeli ‘liberaller' hâlâ böyle mi yazacaklardı? Kesinlikle askerin darbe yaptığını söyleyecekler ve özgürlükler adına darbeye karşı çıkacaklardı. İslami yönetime laik itiraz bugün bir demokrasi konusu oluyor, ama laik yönetime İslami itirazlar yıllardan beri demokrasinin dışına çekilip, kültürel kimlik meselesi olarak ele alınabiliyor...
Batılı ülkeler ve Türkiyeli malum zevat aslında özgürlüklerden yana gözükmüyorlar. Onlar özgürlüğün de kimliksel olduğuna ve bazı kimliklerin özgürlük talebinin diğerlerinkinden daha üstün olduğuna inanıyorlar. Gelin de Orwell'in ‘herkes eşittir ama bazıları daha eşittir' göndermesini hatırlamayın...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.