Mısır’daki darbe, fısıldanan bir soruyu Türkiye’nin gündemine taşıdı: Bizde artık darbe olur mu?
Bunun iki sebebi var. Birincisi, ABD ve Avrupa’nın bir darbeyi, savundukları bütün demokratik ilkeleri unutarak desteklemeleri… Yani Batı’nın menfaatleri söz konusu olduğunda, demokrasinin uluslararası bir teminatı yok. Küresel güç merkezlerinden bir işaret, el altından destek ve sonrasında darbenin adını bile anmama hali var. Kestirmeden söyleyelim; Türkiye’de –maazallah- bir darbe olsa ve Mısır’dakine takındığı tavrı ABD ve AB bize takınsa, cuntacılara yol verse, al sana darbe...
İkincisi, Taksim Gezi Parkı’ndaki bir kıvılcımın, yüzde elli oy ile gelmiş bir iktidarı on beş gün içinde sarsması şaşırtıcı değil mi? Hatırlayınız, ABD ve AB, Gezi Parkı olaylarında her fırsatta belki yirmi defa hep hükümete fatura kesti. Tamam, ilk iki gündeki tepkileri anladık. Ama ondan sonra aleni olarak bir düğmeye basıldığı besbelli bir organizasyonla, bir iktidarı sandık dışı yollarla devirmenin hamlesi ile karşı karşıyayız. Taksim’i bir Tahrir yapmak çabaları, eğer AK Parti’nin büyük şehirlerdeki meydan mitingleri ile frenlenmeseydi, acaba Türkiye’de durum ne olurdu? Sayın Başbakan’ın İstanbul’daki çalışma ofisini, Ankara’daki evini basma girişimleri gerçekleşseydi, acaba şimdi neyi konuşuyorduk?
Demek ki, darbe olur mu sorusu boşuna yüksek sesle sorulmuyor.
Şimdi buna bağlı olarak ikinci bir soru soralım: Türkiye, hâlâ darbeye müsait bir ülke mi? Evet, iki açıdan gayet müsait.
Birincisi, cuntalara cesaret ve yol veren vesayetçi yapı, yüzde 20’lik bir zaafa rağmen hâlâ ayakta. Kimse kendini kandırmasın. Darbe ve darbeye teşebbüsün yargılanması ile “artık darbe devri bitmiştir” rehavetine sürüklenmesin… Vesayete güç veren odakların hepsi ayakta. “Diren Türkiye” dedikleri, “diren vesayet”tir…
İkincisi, bir darbe öncesinde; provokasyonları, şiddet ve terörü çok kısa zamanda kaos ortamına dönüştürecek üç tehlikeli zemin var: Türk-Kürt, Sünni-Alevi, yaşam tarzlarındaki farklılığın getirdiği kutuplaşma.
Bu üç zemindeki zaaflarımız devam ediyor. Allah korusun, bir Türk-Kürt iç savaşının kıvılcımını çakmak hiç de zor değil. Çözüm süreci hâlâ güven vermeyen, her an PKK terörünün hortlayacağı bir çizgide gidiyor. Milletimizin büyüklüğü, inancı ve birlikte yaşama iradesi, bu tehlikeye direnmemizi sağlıyor.
Suriye üzerinden bir Sünni-Alevi çatışmasını, mezhep savaşına çevirmek için çok açık provokasyonlar var. Sivas, Erzincan Başbağlar, Çorum, Maraş, Gazi olayları, DHKP-C’nin yeniden uyandırılması, “Ali’siz Alevilik” için Avrupa’da çok ciddi çalışmaların varlığı, bu tehlikenin boyutunu anlatmaya yeter.
Üçüncü olarak Gezi Parkı olaylarının en somut sonucu, yaşam tarzı farklı kesimler arasındaki güvensizliği ve kutuplaşmayı had safhaya çıkartmış olmasıdır. Sırf bu kutuplaşma için işlenmiş olan Uğur Mumcu ve benzer cinayetleri bile böylesine kin, nefret, ötekileştirme ortamı sağlayamamıştı…
Eğer siyasiler, başta iktidar, işin vahametini görür ve tedbir alınırsa bu tehlikeli oyunu bozabiliriz. 68 kuşağı olarak biz birbirimize yıllarca, “kahrolsun komünistler”, “kahrolsun faşistler” diye bağırdık. “Bizden olmayanlar”ın kahrolmasıyla, kimsenin bu ülkede huzur içinde yaşamayacağını bilemedik.
Önümüzde hâlâ bir fırsat var. Kısmi değil baştan aşağı yeni ve sivil bir anayasa... Çıkış yolu, o anayasanın getireceği demokratikleşme ve farklılıklarımızla bir arada yaşamadır. Aynı gemideyiz. Anayasa üzerinden siyaset hesapları devam ederse, Türkiye’yi elli yıl geriletebilirler…