Türkiye gerçekten tuhaf bir ülke. Sanki bir gizli, esrarengiz el var burada, yapılacak iyi şeyleri engelliyor, çarpıtıyor, yolunu değiştiriyor ve sonunda o “iyi şey” iyi bir şey olmaktan çıkarıyor.
Buyurun bakın şu “ombudsman” olayının seyrine!
Kelime, bildiğim kadar, İsveççeden geliyor. Eski bir İskandinav uygulamasının adı. Eski ama sürekliliği olan ve modern dünyanın yapılanmalarına bir biçimde eklemlenen bir uygulama. Kabaca, devlet ile yurttaşlar arasında çıkan anlaşmazlıklarda bir tür hakem rolü oynayan kişiye “ombudsman” deniyor.
Yani, bizim geleneklerimizde hiçbir benzeri olmayan bir pratiği anlatıyor. Bizim geleneklerimizde devletle yurttaş arasında çıkacak anlaşmazlığı ombudsman falan değil, sopa çözer.
Ama Türkiye’de, özellikle 12 Eylül sonrasında (ve ona tepki olarak) sivilleşme, sivil toplum, NGO gibi kavramlar tartışılır hâle geldiğinde, tartışmanın bir ucundan “ombudsman” pratiğinin de sözü edildi. Böyle durumlarda hep olduğu gibi, sözü edildi de edildi, ama sözünden kendisine gelinemedi.
Nihayet AKP iktidarında Türkiye bunu sistemine bir olgu ve bir kurum olarak katacak yasayı çıkarabildi. Yasa çıktı ve bu ülkede ilk “ombudsman” olacak kişi tayin edildi.
Ve ânında tartışma, hoşnutsuzluk başladı. Nasıl başlamasın ki? Tayin edilen kişi bu ülkede Hrank Dink kararıyla tanınıyor. Ne desin, ne düşünsün bu ülkenin insanları böyle bir tayin karşısında?
Dediğim o gizli el gene faaliyete geçti ve o “makam”a öyle birinin gelmesini sağladı ki, yıllardır “Olsun! Olsun!” dediğimiz bu ombudsmanlık kurumu için “keşke olmasaydı!” dedik daha ilk günden.
İki gündür bu Yargıtay yargıcının söyledikleri de basına yansıyor, ben de okuyorum. Demokratmış, vesayet rejimine o da karşıymış. Hant için o kararın çıkmasında belirleyici rol oynamamış. Zaten “Fırat”ın “Hrant” olduğunu da bilmiyormuş...
Bütün söyledikleri doğru olabilir. Öyle olduğunda da, “ombudsman” denen adamın yerini dolduracak kişinin bu kişi olduğuna inanmak zor. Bir kere Fırat’ı, Hrant’ı bilmek ne? Elinde dosya var, her şey orada yazılı. Böyle bir söz söylemek, bir tür “lapsus” hâlinde, kararın kişiye göre verildiğinin itirafı değil mi?
Kendisinin ne kadar “açık görüşlü” bir kişi olduğunu kanıtlamak üzere kurduğu cümleler de bende tam karşıtı bir izlenim yarattı. “Ermeni kökenli bir vatandaş olabilir” sözü, örneğin. Ardından da, Sarıyer’de Ermeni komşuları olduğunu söylemesi. Yani, komşularının Ermeni olduğunu öğrenince, ya “burası bize uygun değil, başka yere taşınalım” diyecek ya da bir yolunu bulup komşuları sürdürecek olması için normali de, “ombudsman”ımız bunların ikisini de yapmıyor. Yapmaması da ne kadar “hoşgörü” sahibi bir kişi olduğunu gösteriyor.
Batı’da genellikle “anti-Semitizm” bağlamında bu üslûbun kullanılması alay konusu olmuştur. “En iyi arkadaşlarım arasında Yahudiler var” (“Some of my best frieds are Jews”) lafı, anti-Semitizm’ini, ırkçılığını beceriksizce kamufle etmeye çalışan insan tipinin kendini ele veren cümlesi olarak anılır ve dalgası geçilir. Ama bizim “ombudsman”ımız bunların çok uzağında belli ki; göğsünü gere gere, “Sarıyer’de Ermeni komşum var” diye konuşuyor.
“Vesayete karşıyım” bir ipucu mu? AKP’nin birtakım usulleri değiştirerek kadrolaşmasının bir örneğiyle mi karşı karşıyayız? Yani, laik-Kemalist yargıç yerine “mütedeyyin” yargıçlar gelecek ve İslâmcı muhafazakârlığa mı kol kanat gerecek?
Böyle konuşan birinin “ombudsman” olması ya da Pınar Selek davasının gidişatı, özellikle de Yargıtay’daki gidişatı, bu ülkede yargının ne durumda olduğuna dair karanlık düşünceler doğmasına yol açıyor.
Ama, bu düşünceler arasında, “ombudsman”ı seçen zevatın, Hrant Dink kararında imzası olan birinden başkasını bulamaması da insanı şaşırtmıyor değil.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.