Diyarbakır Cezaevi’nden 1988 yılında tahliye oldum ve bir daha da o cezaevini görmedim, içinde dolaşmadım. Yıkılacak diye haberler çıktığında çok üzüldüm. O cezaevinin yıkılması demek bir tarihin üstünü kapatmak ve örtmek gibi geldi bana..
Daha ortada olup bitmiş bir şey yoktu, ama ben haberlerin yayıldığı günden başlayarak, yıkım için oraya gönderilecek olan iş makinelerinin sesini beynimin içinde duyar gibi oluyordum.
Bu yıkım fikri sanırım şimdi çok geride kaldı.. 12 Eylül’ün en büyük eseri olan Diyarbakır Cezaevi’ni kimse yıkamaz artık. Orası bir hafıza müzesi olacak, bu tartışma bitti.
Cezaevini bugünkü haliyle görenler, çok değişmiş diyorlar.. Kitapların ve mağdurların anlattığı o cezaevi yok diyorlar.. İşkencenin ve zulmün izleri de, koridorların, koğuşların duvarlarına ve tavanlarına yapılan resimler de silinmiş diyorlar..
Oysa cezaevinin o hali her şeyi çok iyi anlatıyordu. Keşke korunabilseydi.
Dışarıdan koğuşun içine en ufak bir ışık sızmasın diye, yağan kar tanelerini, yağmur damlalarını bile görmeyelim, bir mevsimden bir mevsime geçişin o tatlı zamanlarını, o insanın içini kıpır kıpır eden zamanları hissetmeyelim ve hayatı bütünüyle unutalım diye, kaldığımız koğuşların pencerelerini koyu kırmızıya boyamışlardı. Hem de bizim paramızla alınan boyalarla..
Eşyalar, insanlar koğuşun içinde olan her şey gün ışığına ve gölgelere hasretti..
O kırmızıya boyalı pencerelere saatlerce ve esas duruşta bakıp dururduk bütün gün. Bir mezarın veya bir tabutun içindeymiş gibi hissederdik..
Kış aylarında usul usul kar yağardı bazen, yağmur yağardı. Karın sesini duymazdık, ama yağmurun sesini duyardık.
Eriyen kar sularını, yağdıkça boşa akıp giden yağmur sularını düşünür hayıflanırdık. Biz burada su bulamıyoruz, tonlarca su boşa akıp gidiyor diye..
Dünya suyla doluydu.. Nehirler, ırmaklar, denizler, göller ve okyanuslar..
Ama biz içeride bir damla suya hasrettik. Bir bardak su veriyorlardı herkese. Herkesin bir gün için payına düşen bir bardak suydu sadece. İçmek için, temizlik için sadece bir bardak su..
Yüzbaşılar, albaylar, binbaşılar, rütbeli rütbesiz askerler cehennem zebanileri gibi dolaşırdı ortalıkta.
Söylediklerine göre burası askerî bir okul, bizler de eğitim için buralara konulmuş askerî öğrencilerdik.
İşkence ve ölüm eksik olmuyordu bu askerî okulda.
Koğuşlardan alınıp götürülüyordu insanlar ve bir daha geri gelmiyorlardı..
Hücrede kalanların hali, nükleer bir savaştan her nasılsa sağ çıkıp gelmiş insanların halinden farksızdı.
Hele koğuşlar ve koğuşların içindeki renk cümbüşü..
Hücreden sonra getirilip atıldığım 7. Koğuş’u ilk kitabım olan Dıjwar’da anlatmıştım. Bugün yazıya otururken 12 Eylül İddianamesi’ni okudum ve hatıraların içine daldım, Dıjwar’ı açtım ve bazı bölümlerini yeniden okudum. Dıjwar Diyarbakır Cezaevi’ni anlatan kitaplardan biridir. İlk gittiğim koğuşu şu sözlerle anlatmışım:
“Bakışlarımı günlerden beri ilk kez, bir uyarı ya da tehdit almadan ya da alacağımı düşünmeden koğuşun içinde dolaştırmaya başlıyorum. Koğuş bir renk cümbüşü içinde. Tavanda bütün tavanı kaplayan yağlıboyayla yapılmış bir Türk bayrağı var. Koğuşun camları kırmızıya boyanmış, dışarısı hiç görünmüyor. Koğuş kapısının karşısındaki duvarda sarkık, ince bıyıklı insan figürleriyle dolu bir tabloya takılıyor gözlerim. Duvar bölünmüş ve farklı tarihlere ait Türk imparatorluklarının haritaları çizilmiş. Hun İmparatoru Mete Han, ötede Alpaslan, imparatorluklarının başında muzaffer komutanlar olarak resmedilmişler. Elerinde kılıçları ve başlarında miğferleriyle ordularının başında kimbilir belki de yeni çıkacakları seferleri ve fethedecekleri yeni ülkeleri düşünüyorlar.
“İçinden geçtiği dağları yara yara akan bir nehir, koğuş duvarını ikiye böldükten sonra, koğuşun neredeyse zeminine ulaşıp genişleyerek sona eriyor. Tablo zafere, egemenliğe ve imparatorların yarattığı hükümranlığa sanatsal bir davet gibi duruyor. Kaç haftada ya da ayda bittiğini şu an bilmek mümkün değil. Bu uzak tarihi bugünle tanımlamak için olsa gerek, tablonun bir köşesinde Kenan Evren’in askerî üniforma içindeki bir resminin çizimi de unutulmamış.
Kenan Evren, nehrin yarıp geçtiği dağların ardından doğan bir güneşin aydınlığında, uzun ırmaklara ve ovalara yan yana dizilmiş savaş emri bekleyen mızraklı, kalkanlı imparatorluk askerlerine bakıyor ve birden asıl orayı görmek istermiş gibi bakışlarını tablonun sol köşesine çizilmiş Türkiye haritasına yöneltiyor. Ressam –her kimse– iki el resmetmiş ki, eller susuzluktan çatlamış toprağa benziyor. Öylesine çatlak ve içinden geçen kan damarları belirgin. Bu iki el Türkiye’ye doğru uzanmış gibi duruyor ya da Türkiye’yi kucaklamak istiyor galiba, yok hayır bunun bir tehlike gibi algılanmasını istemiş ressam, evet bunlar iki düşman el ve çatlamış ellerin altında şu yazı okunuyor:
‘Türkiyem sana uzanan eller kırılacaktır!’”
Burada anlatılan o koğuşlar yok şimdi, boyandılar ve tertemiz edildiler.
Ama bizler o kamplardan geçip, ruhu paramparça olanlar, arkadaşlarının gözleri önünde öldürülmesine şahit olanlar, ne o koğuşları, ne duvarları baştanbaşa kaplayan o dehşet verici tabloları, ne de bizi yok edilmesi gereken böcekler gibi gösteren o sloganları unuttuk.
12 Eylül İddianamesi darbecilerin kırdığı ellerin, ve söndürdüğü hayatların iddianamesidir..
Hepimize hayırlı olsun..
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.