Önemli olaylar, toplumların tarihlerini oluşturan kronolojilere bir “Milat” gibi girer. “Önce/ Sonra” diye ikiye ayırırlar. Gezi Direnişi, bütün ögeleriyle değil, ama oraya damgasını vuran ve karakterini veren ögeleriyle böyle bir olay oldu.
Bu olay karşısında hükümetin son derece kötü bir sınav verdiği kanısındayım.
Bu “Milat” gününe kadar pek çoğumuz gibi benim de bir numaralı sorunum “Barışçı Çözüm Süreci”ydi. Bu çerçevede, “Âkil İnsanlar” adıyla anılan gruba çağrılmış ve katılmıştım. Her şey, umduğumdan daha iyi yürüyor, devam ediyordu. Bu “süreç” ve bu “direniş” beklenmedik bir biçimde kesişti ve ortaya bambaşka bir manzara çıktı.
Çıktığından beri onu konuşuyor, onu yazıyoruz ve bu durum daha uzun zaman böyle devam edecektir. Bugün Taksim’i, Gezi’yi nasıl değerlendirdiğimi anlatmak istemiyorum. Bu durumun, ikilemin bende yarattığı bölünmeyi anlatmak istiyorum. Bunu anlatmak, ister istemez “kişisel” olacak. Bundan genellikle hoşlanmam ama şu anda başka çare yok.
Gezi olayı patlak vermeden önce, Âkil İnsanlar bölgelerinde yapmayı planladıkları gezileri yapmış, tamamlamış, toplayabildikleri bilgileri toplamışlardı. Ben de, vaktimin izin verdiği ölçülerde bu gezilere, görüşmelere katıldım. Nihai raporun yazılması aşamasında Gezi Parkı’nda olaylar başladı. Herkesin ittifakla söylediği gibi, kolayca uzlaşmaya varılabilecek konu, gereksiz ve anlamsız bir polis şiddetiyle karşılaştı ve bugüne geldik. Aynı şaşkınlıkla, Başbakan’ın gerilim körüklemesini seyrediyorum.
“Barış” dediğimiz nesne, bir “iklim”, bir “atmosfer” gerektirir. Oysa yedi düvele harp ilân etmiş, toplumun bir yarısını öbür yarının üstüne sürme tehdidinde bulunan bir “iktidar”la karşı karşıyayız. “Gezi başka, süreç başka” diyemeyiz. Toplumda her şey iç içedir. Bunu kanıtlayacak örnek mi gerek? İşte, Başbakan’ın “terörist başı” terminolojisiyle bir kesim eylemciyi köşeye sıkıştırma girişimleri. Ben Güneydoğu bölgesine her gidişimde insanların bu “nefret dili, hakaret dili”nden kurtulma dileklerini dinledim. Orada insanlar, takkeli, sakallı, müminler de dâhil, “Sayın Abdullah Öcalan” diye konuşmayı ilke edinmişler. “Terör” kavramını, “terörist” kavramını reddediyorlar.
Bu bir tek örnek nasıl bir fikrî “türbülans” içinde olduğumuzu açıklamaya yeter.
Barış yapacaksak, “Sayın Abdullah Öcalan” demekten vazgeçmeyen Kürtlerle yapacağız Suriye’deki Müslüman Kardeşler veya Filipinler’de Huk’la değil.
Başbakan’ın Gezi Direnişi’nin tamamını içermek üzere söylediği sözler, seçtiği adlandırmalar, kullandığı dil, bana da, “kişisel bir hakaret” olarak geliyor ve isabet ediyor.
Yarın ( 26 Haziran, Çarşamba), Başbakan “Âkil İnsanlar”ı toplantıya çağırdı. Bu yazıyı, sözkonusu toplantıya gidemeyeceğimi söylemek ve neden gidemeyeceğimi açıklamak için yazdım.
Gezi olayları hiç olmamış, dediğim o hakaretler hiç yokmuş gibi gidip “Siirt’te şöyle oldu, Urfa’da böyle oldu” diye konuşmayı anlamsız olduğu kadar imkânsız buluyorum. Ama belirli bir amaç ve programla başlamış bir toplantıda, “Şimdi onu bırakın da bunu konuşalım” demek de olacak bir şey gibi görünmüyor geri kalan 60 kişinin duygu ve düşüncelerini bilmiyorum.
Başbakan, “süreç devam edecek” sözünü de söyledi. Umarım devam eder, umarım başarıyla devam eder. Umarım, “Bu ikisi bir arada yürümez” demekle ben yanılıyorumdur.
Ama, benden buraya kadar.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.