Çocukluğumda at arabalarının peşinden koşardık. Tahta arabanın arkasına asılır, ayağımızı yerden kesip arka iki tekerleği birbirine bağlayan aksın üstüne koyar, arabanın tahta bitimine tutunurduk. Kısa mesafe bir mahalle boyu seyahat için girilen bu çocukça araba sevdası pek çok açıdan tehlikeli idi: her an düşme tehlikesinin dışında artık illallah diyen at arabacısının uzun kırbacını parmak uçlarımızda hissedebilir yahut arabacının yanındaki heybeden çıkarttığı at yemi olan saman kırığını bir nükleer serpinti gibi saç, baş ve gözlerimize sokan nihai çözüme maruz kalabilirdik. Yetişmek ve tutunmak için çok uğraştığımız arabadan bu kez kendimizi zor kurtarırdık. At arabalarını sürenlerin az bir kısmı da arabanın arkasına asılanlar gibi çocuktu. Bu kısa maceralar, mütevazı ekonomik hayatı olan bir Diyarbekir ilçesinin ara sokaklarında cereyan ederdi. Bizim sokağın adı Mescit Mahallesi’ydi.
Şimdi adını hatırlamadığım ama maalesef Gazi veya Atatürk isimlerinden birini almak zorunda olduğunu tahmin ettiğim ana caddede ise daha yoğun bir trafik vardı. Bir gün bizim sokak ile ana caddenin kesiştiği dörtyoldaki yaya, hayvan ve araç trafiğinin keşmekeşinde bulunuyordum. Yani, köylülerin alışveriş yaptığı, manav ve bakkalların olduğu, iş bekleyen at arabalarından bir ikisinin bekleştiği bir zaman kavşağındaydım.
Yoldan geçen bir köylünün elinde Kürtçe “das-a çeri” dediğimiz bir orak vardı. Nasıl olduysa bir anlık dikkatsizlikle orağın ucu orda dinlenen at arabasına bağlı atın karın kısmına değmişti. Atın huylanmasını farkeden çocuk arabacı arabadan inip atın altına baktı. Bir dakika kadar sonra atın karnındaki küçük deliği farketti. Oradan çok az bir beyazlık dışarı sızmaya başlamıştı. Çocuk ağlamaya başladı. Elini altına koydu ama atın karnından dışarıya çıkan beyazlık biraz daha sarkmaya başladı. Bu, hayvanın bağırsağıydı. Hiçbir kesik veya yaralanma yoktu. Ama derideki küçük delikten inceden başlayan bir dışarı sızma gittikçe büyüyordu. Zavallı at her nefes aldığında bağırsağı biraz daha çıkıyordu. Arabacı çocuk artık hüngür hüngür ağlıyordu. Etraftaki insanlar da ilk kez karşılaştıkları böyle bir durumdan dolayı paniklemiş ne yapacaklarını bilemez hâlde bakışıyorlardı. Hayvanın bağırsaklarını karnına doğru tutmaya çalışan çocuk artık bunu yapamaz hâle gelmişti. Bir süre sonra atı arabadan ayırdılar ve varsa eğer veteriner ya da doktor çağırmaya çalıştılar. Ama galiba gelecek kimse yoktu.
Ya Rabbi, ne kadar da garipti: Hayvanın bağırsakları karnının dışına çıkmıştı. Hayvanın aldığı her nefes ve yerçekimi o küçük delikten neredeyse bütün karnındakileri dışarı çıkartıyordu. Hayvan artık duramayıp sağa sola kaçmaya çalıştı. Görmesi kalp burkan bir hâldeydi at. Çünkü her an kendi bağırsaklarına basabilirdi. Hayvancağız, caddenin hemen aşağısında komşumuz yaşlı teyze Heci Helime’nin evinin önündeki geniş avluya doğru kaçtı. Atın içi kendi dışına yük olmuştu. Hayvan can havliyle ne yapacağını bilemez bir çaresizlik içinde dolanıyordu. Sonunda birilerinin aklına polisleri çağırmak geldi. Doktorun aksine polis bulmak zor olmadı. Polisler hemen geldiler. Lakin at korkulan noktaya gelmiş, kendi bağırsaklarına basmaya başlamıştı. Yere yığılan at acı içindeydi. Herkes polislerden hayvana ateş etmelerini istiyordu. Ama bu memur adamlar hâlâ veteriner çağırmaktan bahsediyordu. “Niye ateş etmiyorsunuz?” isyanına sonunda şöyle cevap verdiler: “Halkın olduğu ortamda ateş edemeyiz!” Ne kadar da acımasız bir kuraldı bu böyle. Atın acı iniltileri ve o manzara oradaki kalplere keskin bir orak gibi saplanıyordu. Ama kimse başka ne yapacağını bilemiyordu. Kıvranıp yalpalayan zavallı at, insanların çaresizliğinin içine düşmüştü. Atın sahibi çocuk ise yetim kalan arabası gibi oracıkta yığılmış, kendi hâline ağlıyordu. Onu her gün evine götüren at ölmüştü.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.