Tarihin hiç bir döneminde bu gün olduğu kadar bir “inanç ve güven bunalımı” yaşanmamıştır. Öyle ki, güvenilen her bağ kopuyor, inanılan her dayanma noktası yıkılıyor gibidir. Bu bir kader midir? Hayır! Ya nedir? Gaflet! Yaldıza aldanıp yıldızı kaybetmek gafleti... Gaflet, mazeret midir? Asla! Neden? Çünkü mü’min ferasetlidir; ısırıldığı deliğe, ikinci kez parmağını sokmaz. Ya sokuyorsa? Kendi düşen ağlamaz! Rızasıyla zarara girene merhamet edilmez! Temennimiz, tarih ve Kur’an’dan ders almayanların, yaşanan musibetlerle akıllanmalarıdır. Halk dilindeki, “Bir musibet bin nasihate yeğdir” sözü, boşuna söylenmemiştir herhalde. Kur’an’ın, –ister olumlu ister olumsuz yönelimde olsun– “Bir kavim, kendini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez”(er-Ra’d, 11) ayeti, bu fıtrî gerçekliğin en güzel tercümanıdır bence.
Malum, bilim insanları, bazı işaret ve belirtilerden yola çıkarak, olası bir deprem ve volkanizmayı, bir sel ve heyelan tehlikesini bildirirler; yakın-uzak çevrelerini uyarırlar. Bu uyarı, bilimin olduğu kadar, insanî ve vicdanî sorumluluğun da bir gereğidir; bir erdemliliktir. Tersi, bilime de, insanlığa da, erdemliliği de kastetmektir; yaşanacak felaketlere ortak olmaktır. Aynı durum, rehber insanlar için de geçerlidir. Onlar da yaşadıkları toplum ya da insanlık camiasında ortaya çıkan fikrî, ahlakî ve itikadî çarpıklıklardan hareketle, gelecekteki devasa sapkınlıklara dikkat çeker; başta kendi toplumları ve yöneticileri olmak üzere, tüm insanlığa uyarılarda bulunurlar. Tarih ve siyer kitapları, yazılı ve görsel basın, bu uyarılarla doludurlar; bakılabilir.
Dün olduğu gibi, bu gün ve yarın da bize düşen uyarmaktır; bu metot, peygamberlerin, müstakim filozofların, âlimlerin, aydınların metodudur. Onlar, yaşayış ve düşünceleri itibariyle, toplumlarının dinamizmi ve ana direğidirler. Düşüncelerinde, ihya ve inşa esas olup imha ve yıkıma yer yoktur; Değişim ve dönüşümü, eğitim ve olgunlaştırma gibi manevi dinamiklerle gerçekleştirirler; yegâne yöntemleri ise, tebliğ, telkin, teklif, irşat, ikaz ve ihtar gibi şeylerdir. Devrim, ihtilal ve darbecilik gibi maddi araçlara başvurmazlar; hele de cebir, tehdit, iğfal, ihbar, şantaj ve kumpas gibi iğrençlikler, onların semtlerine uğramaz.
Bahsini ettiğimiz peygambervari metotlar, insan doğasıyla uyumlu ve simetrik olan uygulamalardır. Bu uygulamalar, insanlık için, olmazsa olmaz değerlerdir. Bu değerler, tıpkı hayata lazım olan hava, su, toprak ve ışık gibi, insanlığın temel ve hayatî ihtiyaçlarıdırlar. Değerlerinden kopartılmış bir toplum, çürüme, çözülme ve çökmenin mahkûmudur; toplumsal kıyameti mukadderdir. İşte bahsini ettiğimiz şahsiyetler, bu insanî değerleri diriltmekle onu layık olduğu kıymete çıkartmakta, şeytanî güçlerin tasarladıkları sosyal kıyametleri durdurmaya çalışmaktadırlar. Evet, yol ikidir, üç değildir! Ya, emperyalizmin şeytanî yıkıcılığına teslim-i silah edilecek, ya da peygamberî geleneğin imar ve inşa misyonuyla direnilecektir. Tercih, bize kalmıştır!
Evet, mazlum bir coğrafyanın mazlum insanları olarak, ilk görevimiz, bu makûs ve muzlim talihimizi düzeltmek olmalıdır. Bunun için de ilk yapacaklarımızı/yapabileceklerimizi sıralarsak, âcizane üç önemlisini önceliyor, onlardan şaşmamaya çalışıyorum. Paylaşacak olursak:
Birincisi: Şiddetten uzak durmak... Şiddet; zulüm ve barbarlığın diğer adı olan emperyalizmin değirmenine su taşımaktır; ona güç ve hayat katmaktır. Çünkü şiddet, emperyalizmin ürünüdür, o servis eder. Dinî, etnik ve ideolojik bağnazlıklar, şiddetin münbit zeminidirler. Emperyalizm, bu zemini iyi kullanır; önce, zenginlikleri yok saydırır, tekçiliği dayatır. Sonra, tahammülsüzlüğü diriltmekle kutuplaştırır. Akabinde çatışmayı doğurtur. Derken güç kullanımına sevkeder. Malum, gücün sembolü silahtır; silahı, emperyalizm üretir, o pazarlar. Silaha sarılanlar, bu pazara yönelir; varını-yoğunu ona yedirir. Emperyalizm, akılıdır; birine sattığının 10 kat âlâsını karşıtlarına verir; hele ki devletse... İşte bir taşla bir kaç kuşu vurmak, bu olsa gerektir.
Üretilen silahlar, “meşru müdafaa” içinse, mantığı olabilir, lakin dünyayı bir kaç defa imha edecek düzeydeki silah stokları, başka emelleri çağrıştırmaktadır; emperyalistlerin menhus ve muhteris emelleri... Şiddet, bu emellere hizmettir. Bankalara, “faiz ve sömürünün araçlarıdır” diyerek mesafe koyanlar, şiddeti de, kıyım ve katliamların aracı görmek zorundadırlar. Yeryüzü mirasçılığına layık mazlumlar, emperyalizmin iğfaline kapılmamalıdırlar; ondan tevarüs edilen “şiddet” yerine, akıl, ilim ve üretim yolunda mesafe almalıdırlar; emperyalizmin saltanatı, ancak bunlarla yıkılır. “Düşmanın silahıyla silahlanmak” demek, bu demektir. Şiddet, onun tuzağıdır; etnik, mezhebî ve ideolojik bağnazlıklar, bu tuzağın zehirli yemleridirler. Zararlı ve zehirli unsurlardan hayvanlar bile sakınırken, insanın(eşref-i mahlûkat) şiddet gayyasına yuvarlanması, aklın sınırlarını zorlamaktadır.
Şu bir gerçek, her bir otorite, aynı zamanda “otoriter” karakterlidir. Otoriter yapılar, –doğası icabı– kendine “ters” ya da “ortak” bir otoriteyi istemez. Kendini hep “meşru”, karşıtını “gayrimeşru” görür. Her muhalif çıkışı, “tehdit” olarak algılar, imhası için bahaneler üretir. Bunun en kestirme yolu “şiddete bulaştırmak”tır; ya ajan-provokatörleriyle ya da satın aldıklarıyla... Artık, meydanda bir aktör vardır: Tedhişçiler. Halk da, kanun da imhalarından yanadır. Ne de olsa, ocağına ateş düşmüşler var. Gerisi kolay; “imha süreci” ve arkasından gelen “oh oldu” neşveleri... İşte son örneği, “Arakan” Müslümanlarının hâl-i pürmelâli... Vahşet ve barbarlığın mantığı ya; yaş ve kuruyu birlikte yakar; “Silahlı Mücahitler” bahanesiyle, sivilleri yok eder. Neymiş, “kaynağı kurutuyorlar(mış)!” Buna katiller bile inanmaz...
Öte yandan, kukla bir rejimin vahşetiyle paramiliter lejyonlarının eşkıyalığını “Budist vahşeti” vurgusuyla servis etmek de sorunlu gibi görünüyor. “Din vurgusu”, trajedinin arka planını ve planlayıcılarını perdeler niteliktedir. Yüzlerce yıldır birlikte, barış içinde yaşayan Müslüman-Budist halkların (ki aynı ırktandırlar), günümüzdeki patlak veren problemleri başka bir izaha muhtaçtır. Zira benzer farklılıklar, aynı coğrafyanın başka ülkelerinde de mevcuttur, bu mantığa göre, aynı sonuçların oralarda da yaşanması gerekirdi. Vahşeti, dinlerle değil, emperyalist ihtiraslarla izah etmek daha akılcı geliyor. Mesela, Suriye’de, Yemen’de, Mısır’da Budistler mi var? “Din-vahşet” vurguları, “dinsiz” bir dünya inşasına koyulan materyalist/emperyalist bloğa hizmet eder. Ortada bir kukla var ve oynuyor. Kuklaya takılıp da oynatanı görmemek, ferasetsizliktir. Myanmar rejimine silah sağlayan ülkelerin başında Siyonist İsrail rejimi olduğunu bilmem kaç kişimiz aklediyor?!
Sözün özü: Dünya mazlumları, hassaten de Müslümanlar, artık çağını yakalamalıdırlar. Çağın belirleyicisi emperyalizmdir. Bu şeytanî düzen, bir taraftan bilim ve teknoloji üretir, diğer yandan ürettiklerini global ideolojisine alet eder, insanlığı ve onun fıtrî dini İslâm’ı kuşatmaya çalışır. Bunu yaparken de, demokrasi, insan hakları, özgürlükler maskesine bürünür; onun altında her türlü oyun, entrika ve tezgâhları kurmaya çalışır. Hedef ülkeleri, din, mezhep, etnisite, parti ve ideolojiler temelinde ayrıştırır. Ayrışımları çatıştırmaya dönüştürür, iç dinamizmini zayıflatır; güvenlik gerekçeleriyle silahlarına muhtaç eder. Böylece hem temizlik(!) yapar, hem dünya nüfusunu tasarladığı kerteye çeker.
Peki, mazlumlar ne yapılmalı? Özetleyecek olursak:
Mazlumlar, özellikle de Müslümanlar, zaman ve zemini iyi tanımalı, zamansız-zeminsiz programlardan uzak durmalıdırlar. Çünkü her tohum, kendi mevsim ve zemininde çimlenir. Dost-düşman ayırımı sağlıklı yapılmalıdır; çünkü emperyalizmin bir oyunu da dostu düşman, düşmanı dost göstertmektir. Dostla savaşmak, Donkişotluktur; zararı bize döner. Cesaretli olunmalı; ama akılla olmak şartıyla. Akılsızca cesaret, matadora kaşı kudurgan boğanın durumuna düşürtür. Tevhidî bir iman ve sağlam bir iradeye sahip olunmalı; zira sapkın ideolojilerle kapitalist/ burjuvazi erozyona karşı yegâne paratonerimiz, sağlam bir iman ve iradeliliktir. Şiddetten özellikle uzak durulmalı; zira şiddet, şiddeti doğurur, önü alınmaz bir felakete götürür. Mazlumların dişiyle-tırnağıyla biriktirdiği yılların emeği, “silme” emperyalizme kurban gider. Zorla güzellik olamayacağını bilmeli; birlikte yaşanılan insanlara karşı insanî ve İslâmî sorumluluğun gereğini, tebliğ ve temsil rolümüzle ifa etmeliyiz. Zira hiç bir dayatma, kabul görmez, kök bağlamaz.
Keza, en köklü devrimlerin, kültürel ve ilmî evrimleşmeyle olduğu unutulmamalı. Bu evrimleşmeyi tamamlamayan toplumlarda, hiç bir planlamanın meyve vermeyeceği bilinmeli; bu tip kimselerle yola çıkılamayacağı unutulmamalı. Ham ve kemalatsız toplumlarda, en cesurca önderlikler bile, sağlıklı sonuçlar vermez; yoldaşların sağlamlığı da şarttır. “Hz. Hüseyin” ve “Küfeliler” örneği, bunun ispatıdır. Yine, bazı durumlarda, kitlelerin selameti adına, zalimlerle anlaşmalara varılabilir; baldıran zehiri içilebilir. Hz. Hasan’ın Muaviye’yle anlaşması gibi... Ve yine, bazen oturmak, kıyamdan evladır; İmam-ı Zeyd’in kıyam davetine, Ebu Hanife’nin cevabî tavrı gibi. “Bazen hasen, ahsenden hasendir” sözü, bu konuyu da açıklar zannedersem. “Ehven-i şer” kuralı, öyle... Zira ehven-i şerin terki, azam-ı şerri getirir; toplu kıyımlara sebep olur.
Son olarak: Daha önce de belirttiğim gibi, “şiddet”, başta biz Müslümanlar olmak üzere, tüm mazlumlar için, hatta tüm insanlığın kanseridir. Öyle bir kanser ki, tek tek değil, topluca öldürür. Dünya ve ahiret saadetini isteyenler, bu “lanetli alet”e el atmamalıdırlar; ne dillerinde, ne gönüllerinde ona yer vermemelidirler. Mazlumları himaye ve kutsalları korumak adına, ne olursa olsun, emperyalizmin ve uşaklarının tahriklerine kapılmamalıdır; şiddete başvurulmamalıdır.
Bir sonraki yazımızda (Provakasyonlardan Sakınmak) buluşmak umuduyla...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.