Coğrafyamız mazlum, insanımız mazlum, tarihimiz mazlum, talihimiz makûstur. Ne var ki bu mazlumiyet, “durduk yere” oluşan mazlumiyetlerden değildir; o, “gaflet”, “dalâlet”, “cehalet” ve “hissiliğimiz”den doğan bir cezadır; yani kesbimizin cezası. Bir başka ifadeyle, “mazlumluk”, sadece zalimlerin ürünü değildir; onda, zulme maruz kalanların da, zemin hazırlayanların da katkısı vardır. Bu noktada, “mazlumluk edebiyatı”, inandırıcılıktan uzaktır; “züğürt tesellisi” gibi boş bir avunmadır. “Bindiği dalı kesip” düşenler, suçu başkasında değil, kendinde aramalıdır. Oltaya takılan aptal balık mazurdur, ama “insanoğlu” asla!...
Ardı arkası gelmeyen felaketler, ne bir “kader”dir, ne de bu ümmetin “kıyamet”idir. İki yaklaşım da birer şeytanî aldatmadır; “umutsuzluk” aşısıdır; umutsuzluk ise, imansızlıktır. Peygamberimizin, “Kıyametin kopacağını bilseniz bile, elindeki fidanı dikiniz!” diye emretmesi, “umut” ve “zindeliği” yeşertme adına “umutsuzluğa” bir darbedir. Çağları aşan bu çağrı, İslâm’ın “imar” ve “inşa” esaslı misyonuyla alakalıdır. “Cihad”ın gerçekliği de budur. Yani, hayatın her alanında bitmez-tükenmez dinamizm hâlidir. İslâm’ı “şiddet” ve “kıtal” mihverine çekenler, o mihverde dikte edenlerin, “cihad” kavramının “kuşatıcılığı”nı ve “yapıcı” muhtevasını bir kez daha gözden geçirmelidirler...
Bir önceki yazımda, “Mazlum coğrafyamızın mazlum insanları olarak, ilk görevimiz, makûs ve muzlim talihimizi düzeltmek olmalıdır” demiştim. Buna dair, ilk adımda, “şiddet ve tedhişten uzak durma”nın elzemiyetine dikkat çekmiştim. Her duyarlı insan gibi, ben de duyarlılıklarımı dile getirmiştim, getireceğim. Çünkü İslâm, cihadı, “ebedi” olarak kabul eder; “ilim” gibi, onu da “farz”lardan sayar. Evet, yeryüzünde zulüm ve rezaletler devam ettiği sürece, ona karşı adalet ve faziletin cihadı da olacaktır. İşte, cihadımızın bir diğer ayağı, “provokasyonlara kapılmamak”tır. Yazımız, bu çerçevede olacaktır.
Tarihî-sosyolojik bir nazarla bakılırsa, -istisnalar hariç- İslâm coğrafyasının tamamındaki devletler, ya zor ve zorbalıkla, ya darbe ve ihtilâllerle, ya da emperyalizmin tayin ve ısmarlamalarıyla şekillenmişlerdir. Adına ne denirse densin, bu otoriter yapılar, ya hanedanlıklara, ya oligarşik yapılara, ya da cuntacıların insafına bırakılarak, ölümle-dirim arasında bir yönetime mahkûm edilmişlerdir. Sözde bağımsız, özünde her türlü bağımlığı iliklerine kadar yaşayan bu devlet ve devletçikler, kendi varlıklarını “ırkî”, “mezhebî” ve “seküler” kutsallar üzerine konumlandırıp “aykırı” hiç bir tez, inanç ve uygulamaya geçit vermezler. “İslâm”, “demokrasi”, “laiklik”, “cumhuriyet” vb. unvan ve kavramlar, kendileri için “model” olmayıp, sadece “moda” söylemlerdir. Çünkü teori ile pratikleri arasında korkunç uçurumlar vardır...
İslâmî anlamdaki hilafetin, yani “özgür irade” ve “seçim”e dayalı yönetim uygulamasının ilga ve devre dışı edilmesiyle birlikte, hak ve halka rağmen işbaşına gelenler, ele geçirdikleri ya da kendilerine sunulmuş otoritelerini koruma adına, her türlü hile, oyun ve entrikalara başvurmaktan asla geri kalmamışlardır. Bütün gayretleri, kendi iktidar sahalarında “şerik”lerin zuhur etmemesi, alternatif eylem ve söylemlerin “halk nezdinde” itibar görmemesidir. “Resmiyet” ve “devlet tekelciliği”ni, başta din(İslâm) olmak üzere, siyasal ve toplumsal yaşamın bütün katmanlarına hükümran kılan bu yapılar, ne kadar meşru da olsa, “resmî” ve “müesses nizama uygun” düşmeyen her türlü inanç, düşünce ve eylemi “muzır” telakki eder, akla gelmedik senaryolarla “imha” ve “izale”sine çalışırlar. Bunlardan birisi, “muhaliflerini şiddet alıştırmak”, diğeri “tahrik” ve “provokasyon” faaliyetleridir.
Her provokasyon, bir tuzaktır. Bu tuzak, bazen yerli yöntem ve yönetimlerce, bazen de harici taktik ve kuvvetlerce tezgâhlanır. Ortak noktaları, hedef kitleyi “gaza getirmek”, doğal ve yasal haklarını manipülasyonlarla gayr-ı hukukî zemine çekmek, mümkünse şiddete yönelterek meşru eylem ve taleplerini gölgelemektir. Bu iş için tayin edilen “aktörler”, ya hissiyatına mağlup dengesizler, ya hedef kitle içinden ayartılan kimseler, ya da bizzat kastedicilerce dâhile yerleştirilen ajanlardır. Ok yaydan çıkınca, gerisi kolaydır; hedef kitle, artık “kara liste”ye girmiştir; hem yerel halk ve hukuk, hem uluslararası hukuk ve kamuoyunca suçludur artık. Son aşaması, “imha”dır. İşte muhalifleri sindirmenin en kestirme yolu... Bu yöntem, tarihin eski dönemlerinden beri –artan bir profesyonellik ve sofistike yöntemlerle– hep uygulanagelmiştir; halen de doymak bilmeyen bir hırsla, nicelerini tuzağına çekmekte, kurban etmektedir.
Provokasyon, bölgesel ve küresel güçlerin, en etkin ve en ucuza yöntemlerinden biridir. Bu yöntemin en revaçlı ve uygulanabilir zemini, akıldan ziyade hissiyatın ön planda olduğu toplumsal mekânlardır. Bu mekânlar, genellikle yerli ve yabancı despotlarca ezilmiş, horlanmış ve dışlanmış toplumlardır. Maruz kaldıkları zulüm, sömürü, katliam ve meskenetler, bu kabil toplumların psikolojilerini altüst etmiş, tabiatlarını alabildiğince gergin ve agresifleştirmiştir. Ufak bir kıvılcım, bu gibi kitlelerde, bazen büyük yangınlara sebep olmakta, önü alınmaz yıkımlara yol açmaktadır. Bu kıvılcım ve kaşıma işlemini, bazen hâkim güçler, bazen de onlar adına çalışan toplum mühendisleri ve gönüllü kuruluşlarca gerçekleştirilir. Basın, bu işte en etkin aktördür...
Malum, Kürdistan Bölgesi’nde bir referandum oldu; basınımızın tavrına bakın! Serapa “tahrikkâr” ve “tahripkâr”... İnsaf, izan, vicdan, hak, hukuk, adalet, iman, İslâm, kardeşlik ve sair değerler bir yana itilmiştir; ırk, mezhep, bölge, öfke, şiddet, asker, güç, düşman, tehdit, tahrik, tahrip, işgal gibi ifadeler tavan yapmıştır. Siyasîlerin, kamuoyunun yönlendirilmesinde basın başat rol oynamaktadır. Şahit oldukça, ister istemez “Neredesin ey sağduyu! Neredesin ey aklıselim!” diyor insan. Hele de bu öfkeli ağızlar, bu ateş kusan kalemler Müslümanlara aitse, daha da yakıcı ve yaralayıcı olmaktadır. Elinden ve dilinden emin olunması gerekenler, bu denli kindar ve fitnekâr davranırlarsa, kime ve neye güvenilecektir? Düşündürücü... İyisi, “Hasbunallahu ve ni’mel-vekil” deyip Rabbimize iltica etmek, bu Müslüman kılıklı canavarlardan istiaze etmektir.
DAIŞ’ê yerden yere vuranların, bir aynaya dönüp kendilerine de bakmalarında fayda vardır. Acaba DAIŞ gibi bir güce erişseydiler, ne fecaatler ihdas edecektiler?!...
Hiç kusura bakılmasın, “Beşinci Kuvvet” olarak lanse edilen “Basın”, şimdilerde “birinci kuvvet” olmuştur. Müstakim basını tenzih ediyorum, lakin provokasyoncu basının sicili hiç de temiz değildir. Yakın tarihten günümüze, 31 Mart, Şeyh Said, Ticani, Dersim, Menemen, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve benzeri kırılma noktalarında –en aktif aktör– hep basın olmuştur. İşte basının, Kürdistan referandumu bahanesiyle son günlerdeki çığırtkanlığı göz önündedir. Kışkırtıcı, kundaklayıcı bir tavır... Bir ülkeyi savaşa sürmenin, maddi-manevi maliyetini bildikleri halde, umursamayan provokatör basın, yöneticilerden de “gözükaralık” beklemekte, adeta “Haydi, ne duruyorsunuz! Girsenize!” dercesine fitneye körük çekmektedir. Bu ülkede, birilerin çıkıp bu had bilmezlere, “Otur, oturduğunuz yerde! Diplomasi ile hamaset aynı şeyler değildir!” demeleri lazımdır. Evet, süreç ve gündem, provokatörlere terk edilmeyecek kadar hassastır...
Son zamanlarda cereyan eden bazı hadiseleri dikkate alırsak, aslında birilerinin “bilerek”, birilerinin de “alet olarak” bize aynı filimler izletme hevesinde olduklarını görüyoruz. Yaşadığımız topraklar özelinde değerlendirirsek, birilerin bilinçli olarak “müesses nizam”ın kuruluş felsefesine “avdet” peşinde oldukları ve bu uğurda bazı provokatif projeler –aslında mükerrer filimler– ürettiklerine şahit olmaktayız. Sistemin kurucu felsefesi olan “Kemalizm”i güncellemek, zinde tutmak ve her kesi ister istemez ona “beyat”e zorlamak peşinde olanlar, bazı entrikalarla bu emellerine kavuşmak, sistemi “fabrika ayarları”na döndürmek peşindeler. Bunun için de “itibar” ve “perestiş” avına çıkmışlardır. Bir kaç örnekle somutlaştıralım:
Malum olduğu üzere, yakın tarihte Atatürk büstlerine karşı peş peşe yaşanan saldırı hadiseleri yaşandı. Mesela: 30.10.2016’da, Trabzon Of’taki spreyli-yazılı saldırı; 22 Mayıs 2017’de, Adapazarı Demokrasi Meydanı’ndaki tinerli-baltalı saldırı; 24.08.2017’de Anamur’da, Devlet Hastanesi Bahçesindeki sopalı saldırı; 26.08.2017’de, Eskişehir’de, Tepebaşı Belediyesi önündeki spreyli saldırı, 30.07.2017’de Siverek’te, Cumhuriyet Meydanı’ndaki oraklı saldırı gibi... Zahire bakılırsa, Atatürk’e karşı kin ve nefretten kaynaklı saldırılar gibidir, ancak hakikatte ise, yeni baştan “güncelleştirmek” ve “gündeme taşımak” çabaları gibidir; “organize işler”e benziyor; bir “toplumsal mühendislik” gibidir. Yoksa büstlere saldırmanın anlamsızlığı, her aklı başında olanın bilebildiği bir şeydir. Muhalif düşünenlerin, “heykellere saldırmak” üzerinden dizayn edildiği bir faaliyet, tekin olamaz; arka planı da vardır. O da, -şahsi kanaatim- “yeniden yapılanma” ve “fabrika ayarlarına avdet” hamleleridir.
Tabii, bu teşebbüslerle, birden çok kazançlar elde edildiği kesindir. Kemalistler açısından bir faydası da, dine ve dindarlara “itibar” kaybettirmekle kendi inançlarına “irtifa” kazandırmaktır. Çünkü bu “garip” hadiselerin arkasından, hemen “vurun abalıya!” dercesine, yegâne hedef Müslümanlar gösteriliyor. İşte, onun içindir ki, “organize işler” ifadesini kullandım. İmam-ı Şafii’nin meşhur deyimiyle, “Düşmanın okuna bakın, onun gittiği yön, sizi hakka götürür!” Evet, –kazanı ve kaybedeniyle– sonuca bakılmalıdır; sonuç, kimin işine geliyor? Hâlbuki bir Müslüman’ın ölçüsü, “Siz onların taptıklarına(ve kutsallarına) sövmeyiniz ki onlar da sizin taptığınıza(ve kutsallarınıza) sövmesinler!”(En’am, 108) ayetidir.
Demek, ölçüyü şaşıranlar kadar, ondan taşırtanlara da dikkat edilmelidir!...
“Organize” olanların dışında, bir diğer provokasyon türü de, “gayr-ı organize” olanıdır. Ancak bir şey var; ne kadar gayr-ı organize de olsa, bu türün de meyvesini “organize olanlar” toplarlar. Genellikle ani ve reflektif olarak ortaya çıkan çıkışlardır. Yine Atatürk bağlamında ele alırsak, Hasan Akar isimli şahsın, Atatürk’ün kendisine ve annesine dair sarfettiği “piç” ve “genelev kadını” gibi nahoş ifadelerdir. Malum, benzer bir çıkışı, zamanın birinde(1997), bir başka Hasan (Mezarcı) da dillendirmişti. Mezarcı, iddiasını “söylem” düzeyinde de tutmamıştı; Selanik menşeli bir belgeyi de paylaşıyordu. Şüphesiz, bu tür çıkışlar, bir bilimsel keşif değildir; kimseye, bir faydası da, sevabı da yoktur. O halde? Sadece iddiacılara ve mensubu oldukları çevreye zarar verir. Nihayet, öyle de olmuştur...
İşte, kazananı ve kaybedeniyle, yeniden düşünmeye sevkeden bir başka provokasyon örneği... Unutmayalım, büstlere saldırtanlar da, öptürtenler de aynı kapıya çıkar. Mezar parçalayanlar da, mezarı fazla görenler öyle... Topu, provokatör ve toplumsal barışın düşmanıdırlar. Bu böyle biline...
Üst akılların olgunlaştırıp sahaya sürdüğü FETO da bir provokasyon örneğiydi. Hâsılatı kime yaradı? İslâmiyet düşmanlarına. Ya zararı? “Cemaat” kavramı üzerinden bütün cemaatlere, tarikatlara, samimi Müslümanlara... Evet, İslâm ve insanlık düşmanlarının gökte arayıp da yerde buldukları altın bir fırsatı, FETO denilen organizasyon, altın tepside sunmuştur. Nihayet, örgütün maddi-manevi cinayetleri, ülke Müslümanlarını öyle bir kâbus ve kaosa sürüklemiştir ki, din ve dindara olan “güven”i diplere vurdurtmuştur. Ahlâkî bunalım bir tarafa, tahribatın inanç boyutu dehşete düşürtecek boyuttadır. “Deizm” ve “ateizm” furyasını alabildiğince kamçılamıştır. Din ve dindarın itibarsızlaştırıldığı, faaliyet alanlarının kısıtlandığı böyle bir ortamda, ilgisiz, sevgisiz ve rehbersiz bir gençliğin nerelere toslayacağını düşünmek bile dehşet vericidir.
Netice itibariyle, diyeceğimiz şu ki: Her tahrik ve provokasyon, karşı tahrik ve provokasyonlara zemin hazırlar. Bilim, belge ve aklıselimin konuşturulması, ölçü olmalıdır. Toplumsal konsensüs adına, her kesimle köprüler kurulmalıdır. Mesajlar, nezaket çerçevesinde paylaşılmalıdır. Karşılıklı saygı ve taraflar arası hukuk korunmalıdır. Emperyalizmin taktiği olan “hedefe ulaşmakta her araç meşrudur” yerine, amaç ve aracın meşruiyetine özen gösterilmelidir. Millî/ırkî damarlar yerine, ortak değerler devreye sokulmalıdır.
Mevzumuzun III’üncü bölümünde buluşmak umuduyla...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.