Yazı dizimizin bu üçüncü(son) bölümünde “ideal” ve “reel” siyaseti tartışmak istiyorum. İnsanımızın, sürekli zarar gördüğü alanlardan birincisinin “şiddet”, ikincisinin “provokasyon” alanı olduğunu önceki iki yazımda belirtmiştim. Bir üçüncüsü ise, “siyaset” alanıdır. Müslümanlar olarak, bu alandan da hep zararlı çıkmışızdır. Neden mi? Çünkü tahayyül ettiğimiz(ideal) siyaset ile yaşadığımız(reel) siyasetin zıddiyetini fark edemiyoruz. Zira inandığımız siyaset, dünya nizamının teminatıdır, yaşadığımız ise, kurulu nizamın teminatı... Birinin “hak” ve “ak” dediğine ötekisi “nahak” ve “kara” der. Böylece, yaşanagelen hayal kırıklıkları, reel siyasetin karakteri kadar, siyasî algı ve yaklaşımlarımızın da neticesidir. Yani, kendimiz edip kendimiz buluyoruz; bindiğimiz dalı kendimiz kesiyoruz.
Evet, düşünün, bir bahçe yetiştiriyorsunuz; aşısıdır, çapasıdır, ilacıdır, budamasıdır, sulamasıdır, korumasıdır, hâsılı lazım gelen bütün emekleri verdikten sonra, ağaçlar meyveye durmakta, hasat vakti gelmektedir. Tam da bu aşamada, ya bir ağa ya ağabey, ya bir şeyh ya hocaefendi, ya bir pir ya seyyid baba devreye girer, mahsulünüze el koyar. Sonra da, onu keyfince pazarlar, keyfini çıkartır. Ve siz, ya gücünüz yetmediğinden, ya da başınızdakini “mukaddes” tanıdığınızdan, olan-biteni sessizce, çaresizce seyrediyorsunuz. Tepkiniz, içinize gömdüğünüz acınızdır, ıstırabınızdır. İşte bu örneği, reel siyaset ve siyasetçiler ile cemaatler ilişkisine uygulayabilirsiniz. Yılların emek ve birikimlerinin, günübirlik siyasetlere nasıl kurban edildiğini bu örneklemeden çıkarabilirsiniz.
Her ne ise... Önce ideal siyaseti konuşalım:
Malum, bilimsel konularda “tez”ler, felsefik konularda “ekol”ler, dini konularda “mezhep”ler, ahlâkî ve terbiyevî konularında “tarikat” ve “yöntemler” ortaya çıkmıştır. Bunların her birisi, farklı “yorum”lardan doğmuş “branş”lardır. Allah, isim ve fiillerinin hadsiz tecellileriyle, evren ve eşyadan monotonluğu/tekdüzeliği kaldırmış; yaratıklarını, şekil, renk, donanım ve işleyiş itibariyle birbirinden farklı modellerde yaratmıştır. Böylece yaşama “lezzet”, yaratılışa “cazibe” katmıştır. “İnsan”, Allah’ın isim, sıfat ve eylemlerindeki zenginliğe en güzel ve en parlak aynadır. Bu anlamda, insanoğlunun, farklı düşünme, inanma, yaşama ve yorumlama gibi faaliyetlerini yadırgamamak gerekir. Değil bir “peygamber” ve “kitap”, 124 bin peygamber ve bir o kadar kitap ve suhuflar bile, bu farklılığı tekleştirememiştir.
Neden mi? Çünkü Allah “zorlayıcı” değil, elçilerini de birer “zorba” olarak göndermemiştir. O, elçilerine, –kitaplarında belirttiği üzere– yalnızca “tebliğ” ve “temsil”i, yani fiilî örnekliği öğütlemiştir. Dileseydi, “fabrikasyon” gibi, insanları –bütün özellikleriyle– tek kalıpta yaratabilirdi. Ancak, öyle yapmamıştır. Bu ilahî irade, insanlara da yansımalıdır; hiç kimse bir başkasına, hiç bir topluluk bir başka topluluğa, hiç bir inanç ve felsefî kanaat, bir başka inanç ve kanaate, hiç bir parti bir başka partiye kendini dayatmamalıdır. Dayatmak, zorbalıktır, yaratılış kananlarıyla savaşmaktır. Bundandır ki, fikir, inanç ve yöntemlerde “tekçiliğe” gidilmemeli; ırk, mezhep, meşrep, tarikat, cemaat, klik, parti, felsefî kanaat, hayat tarzı dayatmacılığında bulunulmamalı; zor ya da entrikalar yoluyla dönüştürmeye çalışılmamalıdır.
Bu imtihan ve müsabaka dünyasında, her kesin ve kesimin yapacağı en sağlıklı iş, kendi doğrularını, güzelliklerini, mükemmelliklerini ortaya koymaktır; ilmiyle, hüneriyle, eserleriyle yarışmaktır. Tekleştirmek, tekmelemek, ötekileştirmek, engellemek, çelmelemek, cepheleşmek insanilikle, “eşref-i mahlûkat”lıkla bağdaşmaz. Konumuz çerçevesinde özetlersek; siyasetin amacı, insanları yönetmek adına, en doğru ve en mükemmel olanı yakalamak olmalıdır. Siyasetin en önemli işi, hak ve adaletin icrası olmalıdır. Dostu da düşmanı da cezbeden, bunlardır. Zaten siyasetin bir manası da, “Dünya ve ahirette –necatlarına sebep olacak bir yola– insanları irşat ile beşeriyetin salahına çalışmak” değil midir?1 Bu da, tarafgirliğin her türlüsünden ve benmerkezcilikten uzak bir kucaklayıcılıkla mümkün olabilir. Tekçi, retçi, inkârcı ve sekterci yaklaşımlar, siyaseti de, siyasetçiyi de kirletir, halk ve hukuk nezdinde suçlu, tarih ve hakikat nezdinde mahkûm konuma sokar.
Siyasetin gerçekliği ile reel siyasetin arasındaki fark, uygulamada ortaya çıkar. Irk, mezhep, meşrep, klik, aile, ahbap, cemaat, tarikat, menfaat, kayırma; keza, kin, kibir, inkâr, kuvvet, cebir tahkir, dışlama, düşmanlık, red, üzerine bina edilen siyaset, icra edildiği topluma yalnızca uğursuzluk getirir. Çünkü farklılıklara tahammülü olmayan bir siyasetin, insanî onur ve değerlerle uyumlu olması düşünülemez. Her şeyden evvel “yaratılış kanunları”yla kavgalı olup insanlığa sunacağı artı bir değeri olamaz. Olsa olsa, farklılıkları körüklemek, kaosları derinleştirmektir; toplumsal çatışmalara davetiye çıkarmaktır. Nihayet, coğrafyamız bunun en bariz örneğidir. Olması gereken, her kesi ve kesimi olduğu gibi kabul etmektir, kucaklamaktır. Sosyal bağ ve köprüler, ancak böyle kurulur. Kafa ve gönüllerde yer etmek, “hak” ve “adalet”in dengeli paylaşımıyla mümkündür. “İnsan, iyiliğin kölesidir” sözü, bu dengeyle gerçekleşir.
Ölçü, “iyilikte yarışmak” olmalıdır. İyilik, en güzel insan kazanma metodudur. Makyavelizm’e dayanan reel politikaların “gözbağcılığı” ve “göz boyamacılığı”, kazanılmış insanları da kaybettirir, ettirmektedir de...
Kur’an-ı Kerim’in, “Ey müminler! Allah için ‘hakk’ı titizlikle ayakta tutun! ‘Adalet’ ile şahitlik edenlerden olun! Bir topluma olan kininiz, sizi –sakın– adaletsizliğe itmesin! ‘Âdil’ olun! Bu, takvaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının! Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”2 ayeti, hak ve adalete dair ilahî hassasiyeti göstermektedir. İnsanoğlu, ancak bu mazhariyetle, hak ve adaletin temsilciliğini ifa edebilir. Hak ve adalete müesses olan siyaset, “fıtrat” ve “sünnetullah”a uygun siyasettir; böyle bir siyaset, sadece dost ve düşmanın değil, evrenin de gözdesi ve güvencesidir. Nihayet, “Göğü (O) yükseltti ve mizanı (O) koydu. (O halde) mizanda taşkınlık yapmayın! Onu(mizanı,) adaletle oturtun, bozmaya kalkışmayınız!”3 ayetindeki “mizan” ifadesiyle, ölçü ve dengenin(adaletin) evrensel boyutuna dikkat çekmekte, bunu bir “hak” ve “ödev” olarak insanoğluna hamletmektedir.
Siyasetin, siyasetçinin misyonu kadar, mesuliyeti de gözler önündedir. Literatürümüzdeki “Sebep olan, fail gibidir” ifadesi, milletin mukadderatına hükmedenlerin “sevap” ve “günah” noktasındaki ağır mesuliyetlerine işarettir. Hazret-i Peygamber’in, “On kişiye bile olsa, yöneticilik yapmış her kişi, kıyamet gününde (huzura) elleri boynuna bağlanmış olarak gelir. Adil ise, o sayede kurtulur; zalim ise, o sayede mahvolur!”4 hadisi, yöneticilerin/siyasetçilerin sorumluluklarına dair unutulmaması gereken bir uyarıdır. Demek, bu işe omuz verenler, yükü taşıyacak kıvamda (ehliyet ve yetkinlikte) olmaları lazımdır. Zira yükün altında ezilmek de var...
Evet, “Emaneti ehil olanlara veriniz!”5 ayeti ile “İş(sevk ve idare işi), ehlinden başkasına verildiğinde, (sosyal)kıyameti bekle!”6 hadisi, kifayetsizlerin, işten uzak durmaları hususundaki en esaslı uyarılardandır. Hz. Ömer’e söylenilen, “Senden sonra oğlunu(Abdullah’ı) yönetime getirelim!” teklifine, O’nun, “Bir evden bir kurban yeter!”7 demesi, calib-i dikkattir. Salahî lakabıyla bilinen Mehmet Salahaddin Bey’in ehliyet ve liyakatle ilgili güzel bir tespiti var; diyor ki: “Bir çilingirden bir saatçiye ait iş beklenilemez. Onun yamakları ise, dolab-ı cârîye halel geldiğini asla istemezler. ‘Tedvir-i dolab-ı menfaat’e alışık olanlardan, tanzim ve ıslâh-ı ahvale ait teşebbüsat ve tedabiri intizar etmek elbette abestir.”8 Evet, Salahî Bey’in bu tespiti, ideal siyasetin canına okuyan reel/Makyavelist siyaset ve siyasetçilere dair mükemmel bir panoramadır.
Reel siyasetin (günümüz siyaseti), en bariz vasfı, meleği şeytan, şeytanı melekleştirmesidir. Kendinden olan şeytanlara melek gözüyle bakar, her türlü şeytanlıklarını mubah görür. Kendinden olmayanları ise, –melek de olsa– şeytan telakki eder, dağ gibi iyiliklerini mercimek gibi küçük, küçük kusurlarını ise, dağ gibi büyütür. Yanlış ve zararlı da olsa, kendinden sadır olan her söz ve işi iyi ve makbul görür. Karşı taraftan, –doğru ve faydalı da olsa– her söz ve icraatı zararlı olarak değerlendirir. Böyle bir muhalefet anlayışının, toplumsal birliğe, beraberliğe hizmet edemeyeceği açıktır. Amansız ve acımasız muhalefet, toplum bütünlüğü sarsar, fikirler âleminde fitne rüzgârlarını estirir ve nihayette –fiiliyata geçmesiyle de– çok parçalı bir sosyal yapıyı üretir. Partiler sayısınca parçalanmışlık, bu iddianın ispatıdır. Daha sağlıklı bir yönetimi oturtma ve daha kaliteli bir yaşam standardını oluşturma kaygısı yerine, daha çok yükselmek, daha da muktedir olmak yolunda, birbirini ezmek ve doğramak kavgası, nihayette tabana da aksederek, toplumu, kendi kendisiyle kavgalı bir pozisyona sokmaktadır.
Her ne kadar “demokrasinin vazgeçilmez unsurları” olarak servis edilseler de, partilerin, kurulu düzenlerin sacayakları oldukları kesindir. Yani, ortada “oturtulmuş” ve “dokunulmaz kılınmış” bir sistem var; siyasal partiler, o düzenin –yalnızca– “hami”leri ve “avukat”ları konumundadırlar. Sistem hangi esaslara dayanıyorsa, partiler, o esasları korumak ve kollamakla mükelleftirler. İlahî ve evrensel değerler yerine, yerel ve ulusal değerler ön planda ise, esas alınacak olan birincileri değil, ikincileridir. Bu temelde, fıtrat ve yaratılışa yapılan çağrılar, müesses düzene ‘itaatsizlik’ olarak değerlendirilir, davetçilere ‘had’leri bildirilir. Hâlbuki ülke ve dünya nizamları, ancak ‘evrensel yasalar’la kaimdir; ulusal, ırksal ve komünal mekanizmalarla değil. Dar, fasit ve yerel ideolojiler, insan doğasıyla tezattırlar; bu tezadı yaşayan bir toplumda, ‘kalıcı huzur’dan bahsedilmeyeceği açıktır. Huzur, fıtrattadır; fıtrata denk düşen yasalardadır. Buna ister “demokrasi” deyin, ister ”İslâm”; önemli olan uygulamadaki hak ve adalettir. Ancak görülen o ki, kurulu sistem, “demokrasi”yi by-pass ederken, “İslâm”ı da en hoyratça bir şekilde tüketmektedir.
Evet, her beşerî düzen, kendini en cazip bir edayla ve kurtarıcı Mehdi/Mesih pozisyonuyla servis ederken, servisçileri olan siyasal partileri ise, “demokrasinin vazgeçilmezleri” olarak lanse eder. Ancak pratik farklıdır; kendisine karşıt her fikrî kımıldayışı, yozlaştırmayla, fiilî tepkileri ise, zinde güçleriyle bertaraf eder; hak-ı hayat tanımaz. Hele de bu uyanış, kitlesel ve toplumsal ise, dibine iner, dipteki etnik, mezhebî ve ideolojik farklılıkları kaşır, gün yüzüne çıkartır. Bu durum, bütün beşerî düzenlerin ortak vasfıdır. Her düzen, kendini idame etmek ister; hak ve adalete dayanmıyorsa, tabandan gelen tepkileri hesaplar, girift planlarından birini devreye sokar. Bu, bazen ‘şiddet’, bazen de zıtları/çelişkileri kullanmak şeklinde icra edilir. Bütün mesele, kurulu düzenin bekasıdır, “ilelebet” yaşamasıdır. Bazen de terörize edilen ya da ettirilen muhaliflerini, halk ve kanunlar nezdinde mahkûm eder; imha ve tasfiyelerine girişir, kendini de “tasaffi” ettirir; aklanıp-paklanmış olur. Böylelikle, miadını doldurmuş, çaptan ve itibardan düşmüş bir düzen, bir bakarsınız ki podyuma çıkmış albenili bir dilber gibi kendini yeniden halka takdim etmiştir...
Hâsılı kelam, her sistemin kendini koruma refleksleri ve yöntemleri vardır; bu reflekslerden biri, muhaliflerini –şiddet gibi– meşruiyet dışı alanlara çekmek ise, yöntemlerinden biri de siyasal partiler üzerinden yürüttüğü partizanlık ve siyasî borazanlıktır. Partiler, kendilerini daha çok merkezîleşerek sistemin en yaman müdafii kesilirlerken, halktan ve haktan ne kadar uzaklaştıklarını, uzaklara savrulduğunu kestiremezler. An olur ki, kitlelere umut olarak doğanlar, imaj ve vizyon itibariyle yerlerde sürünebilirler. Böylelerini, ne halk, ne de entegre olduğu “düzen” kurtarabilir. Hayrı unutulur, günahları miras kalır. Tarih, iniş ve çıkışların panoramasıdır. Her çıkışın bir inişi var; dengesizleşen çıkışın inişi de kötü olur. İyisi mi, halkın iradesi gibi hakça taleplerine de kulak vermektir. Zira sistemler gibi, halkın da fabrika ayarları vardır... Bu ayarların çatıştığı noktada, halk kendi ayarlarına avdet eder. Halkın ayarları, “kamu vicdanı” ve “ortak akıl”dır. Bu, yanılmaz; çünkü fıtratın sesi ve tercihidir. Vesselam...
1 (Bkz. Yeni Lügat, Abdullah Yeğin, s. 634).
2 (el-Maide, 8)
3 (El-Mülk, 7-9)
4 (Müsned, c. 2, s. 431; c. 5, s. 267)
5 (en-Nisa, 58)
6 (Buharî, İlim, 13; İmare, 17)
7 (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, c. III/65 vd.)
8 (Kemal Beyin Meselesi ve Mevad-ı Saire, Osmanlıca nüsha, s. 51)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.