Yıllardır onun özlemiyle yaşıyorum; düşünmediğim anım yoktur. Yaşadığım her an ve mekân onu hatırlatmaktadır. Onsuz yaşamanın ne kadar zor ve tahammül edilmez olduğunu her geçen gün daha çok anlıyorum. Görmeyenler, tanımayanlar, birlikte yaşamayanlar bunu anlayamazlar. Gerçi görmek bana da nasip olmadı; hiç bir beraberliğimiz de olmadı. Yine de ona aşık oldum. Seyfülmülûk'ün Bedîabacemal'e, Vamık'ın Azra'ya olan aşkı gibi... Onlar da görmeden sevmişlerdi; sevdiklerine, resimleri üzerinden aşık olmuşlardı. Ama ne aşk!? Bu yolda çekmedikleri zahmet, karşılaşmadıkları felaket kalmamıştı... Hiç bir samimi arayış karşılıksız kalmazdı; ve Allah, ikisini de aşklarına kavuşturdu. Abartılı gelebilir, ancak ben de öyleyim. Aşkımı, bizzat ve cemaliyle değil, gölgesiyle gördüm; evsaflarıyla tanıdım. Bazen okuyarak, bazen de dinleyerek...
Görmeden aşık olmak, delicesine bir sevgiyle bağlanmak... Biliyorum, arif olmayanlara tarif zordur; çünkü "tatmayan bilmez" diye bir kural vardır. Ancak kurallar istisnasız olmaz. Beni de o kuraldışılardan biri kabul ediniz.
Evet dostlar, inanın, onsuzluğun azabını iliklerime kadar yaşıyorum. Ne aşımdan-işimden, ne mekânımdan-mevkiimden, ne evimden-varlığımdan, ne gecemden-gündüzümden, ne uykumdan-uyanıklığımdan bir tat alamıyorum; tamamı zehir ve zindan, tamamı yalan ve yavan geliyor bana. Onun için bulmalıyım onu; hangi dağda ve diyardaysa, kavuşmalıyım ona. Nemelazımcılığa, boşvermişliğe bırakamam sevdiğimi; kayıplara terkedemem aşkımı. "Ya bulmalıyım, ya bu uğurda ölmeliyim!" diyorum. Kişi aşkını, canından, cananından daha çok sevdiğini yaban ellere bırakır mı hiç? Asla! Açlığa, susuzluğa, uykusuzluğa katlanılabilir, ama aşkının yok oluşuna, kaybedilişine katlanamaz...
Benim aşkım, güzellik ve ismette, iman ve teslimiyette, sadakat ve emanette, gözüpeklik ve cesarette eşsizdir. Böyle olduğuna, değil sadece dostları ve tanıyanlar, düşmanları ve yabancısı olanlar da şehadet etmektedirler. Zaten büyüklük o değil midir ki düşmanlar da tasdik etsin!... O, girdiği ve yerleştiği/yaşadığı her yer ve coğrafyada, rahmet bulutları misali bolluk ve berekete, güneş ışınları gibi aydınlık ve harekete, hava-i nesimi misali teneffüs ve sükûnete vesile oluyordu. O, Hızır ve İlyas gibi, oturduğu her mekânı şenlendiriyor, dokunduğu her toprak parçasını neşvünema ettiriyor; cennetimsi bir yurt ve menzile dönüştürüyordu. Ve o konuştuğunda, her kes susuyor, ağzından çıkan her bir kelimesi, âb-ı hayattan birer yudum gibi hayata hayat katıyordu. Hükmettiğinde ise, hava gibi soluk veriyor, nefeslere nefes katıyordu.
İşte dostlar, ondandır ki, onu hep aramaktayım; o aşkımın hayaliyle yaşamaktayım. Rüyalarım da o, hülyalarım da hep odur. Tek tesellim, onun yaşadığına, hayatta olduğuna olan imanımdır. Çünkü o, Rabbimden bir tecellidir ve ölümsüzdür. Gerçi çevremden, yaşadığım dünya ve gidişatından hep olumsuz mesajlar almaktayım. Adeta inancımı bozmak, ümidi kırmak için ittifak etmişlerdir. Sanki bir gerçeğin, ölümsüz bir aşkın değil de bir hayalin, kurgulanmış bir perinin peşindeymişim hissi veriyorlar. Ondandır ki, hangi yol ve yolcudan sorsam, bana, "Boşuna arama, avare olma, bulamazsın!" diyor. Hangi dağ ve diyardan sorsam, "Ha, tarif ettiğin mi? Buralara öyle biri hiç uğramadı!" diyor. Hangi kapı ve eşiğe başvursam, "Bizde, öyle bahsettiğin gibi birisi yok!" diyorlar. En acısı ise, dost ve yaren bildiklerimin tepkileridir; "Birader, bir hayalin peşindesin! Kaf'ın ardındaki Anka'yı aramaktasın; kendine gel!" demeleridir. Anlayacağınız, uzak-yakın bütün başvurduklarım, ya karamsarlık saçıyorlar, ya da kapkara bir tablo çizerek caydırmaya çalışıyorlar.
Öyle ya, her kes tabiatını yansıtır; bir aşık olarak da bana düşen, arayışıma devam etmek, aşkıma odaklanmaktır. Kim ne derse desin, ben umudumu kaybetmemeliyim; aşığı olduğumun yolundan dönmemeliyim. Çünkü aşkı da, aşığı da bitiren karamsarlıktır. Öyle olmamalıyım. Yoluna baş koyduğum kaybolmuş olabilir, ama yok olmadığına kesin kaniim. İmanım, aşkımın ölmediği, hayatta olduğu yönündedir. Onun için, gerekirse, Şirin uğruna dağları delen Ferhat, Leyla uğruna çöllere düşen Mecnun, Zin uğruna zindanları boylayan Mem olmalıyım. Aşkın felsefesi budur; sadakat ve vefakârlık ister. Aksi yalandır. Arayış, bu felsefenin doğasıdır. Ve hiç bir arayış, karşılıksız kalmaz. En azından, karınca gibi, "Ulaşamazsam da bu yolda ölmeliyim!" diyorum. Evet, ölmeliyim... Çünkü ben, güzeller güzeli bir sevgilinin, büyükler büyüğü bir aşkın takipçisiyim. Ve benim aşkım kayıplarda, ben ise, kendimden geçmişçesine aramaktayım...
Evet, ben bir kayıp peşindeyim; bu kayıp, ne yüklü bir servet, ne candan bir dost, ne canımdan bir parça, ne camiamdan bir ulu kişidir. Bu kayıp, ne Seyyid Rıza'nın, ne Şeyh Said'in, ne de Said-i Nursî'nin "resmen" gasbedilmiş naaşları, kaybettirilmiş mezarlarıdır. Bu kayıp, evlerinden, hizmetlerinden, sevdiklerinden kopartılıp orada-burada faili meçhullere giden yüzlerce can da değildir. Ve bu kayıp, şehvet bezirganlarının ağına düşürtülmüş gencecik kızlarımız, tedhişçilerin ağına takılmış dilaver delikanlılarımız, organ mafyasına peşkeş çektirilmiş terütaze canlarımız da değildir... "Aşkım" ve "kaybım", bütün bunlardan ötesinde bir gerçeklik. Öyle ki, kaybolduğu ya da kaybettirildiği gündendir ki, düzenimiz bozulmuş, şirazemiz dağılmıştır. Onun olduğu yerde, hiç bu olumsuzluklar yaşanır mıydı? O ki, tevhidin temsilcisi, hak ve özgürlüklerin teminatıydı. Duçar olduğumuz şirk ve kaos, onun yokluğundandır.
Hayat hikâyesinde okumuştum; insanların mal, can, inanç, akıl ve soyuna düşman çevreler, onunla hiç yüzleşmek istemiyorlarmış. Onun hükmettiği yerde, bu insanî değerlerin hiç birine kastedemiyorlarmış; bütün tertipleri boşa çıkartılıyormuş. Onun için, aşkımı hasm-ı can biliyorlarmış; yokluğunu, kayboluşunu bekliyorlarmış. Hayır hayır, sadece beklemekle, gözlemekle kalmıyorlarmış; komplolarla, ihanetlerle bu işi bizzat tertipliyorlarmış. Plan da, karalamak, onursuzlaştırmak, itibarsızlaştırmak, gözden düşürmek, ona olan güveni sarsmak gibi algı operasyonları... Yani bildik taktikler; tuzak ve kumpaslarla "arkadan vurmak"... Zaten hain ve namertlerden ne beklenir ki? Mertçe davrandıklarına dair tarihî bir kayıt var mıdır? Hiç rastlamadım. Tek bildiğim, hainlik ve kalleşlikleridir.
Sözün özü, benim aşkım da ihanet ve kalleşliğin gadrine uğramış gibidir. En hafifinden, "Alın, başınıza çalın!" dercesine, dünyaperestlerin dünyasından çekilmiş; kuş uçmaz, kervan geçmez bir diyara hicret etmiş gibidir. Tabii, bu benim tahminimdir; doğrusunu Allah bilir. Bana düşen, aramaya devam etmektir. Her ne kadar, "Hızır aranmakla bulunmaz, gönderilir" denilirse de, onun gelişine zemin hazırlamak, gelişini hızlandırmak bizim elimizde... Bizim de yaptığımız odur.
Dostlar! Aşkımı kaybedeli, kendimi de kaybettim. Onsuz, sahipsiz ve hamisiz gibiyim. Kendime gelmek, kendimi bulmak için onu bulmalıyım. İğneyle kuyu kazmak pahasına da olsa, ona kavuşmalıyım. Çöllerin Mecnun'u olmalıyım ki Leyla'ma kavuşayım. Dağların Ferhat'ı olmalıyım ki Şirin'ime ulaşayım. Ateşin İbrahim'i olmalıyım ki Halil olabileyim...
Bilmem, sevdalısı olduğum o yüce endam, İmam Ali gibi Haricilerin arkadan gelen zehirli hançeriyle mi, yoksa oğlu Hasan gibi, Emevîler'in zehirletmeleriyle mi katledildi? Bilmem, o, İmam Hüseyin gibi Yezid'in caniliğine mi, yoksa, Ebu Müslim-i Horasanî gibi iktidara taşıdıklarının gadrine mi uğradı? Bilmem, o, Nizamü'l-Mülk gibi Haşhaşinlerin saldırısına mı, yoksa, saltanatları uğruna kardeş ve evlatlarının başını yiyen sultanların ihtiraslarına mı kurban gitti? Bilmem, o, Şehzade Yakup gibi Bayezid'in "Siyaseten Katl"ine mi, yoksa, ihtilalcı İttihatçıların "Saray Darbesi"ne mi uğradı? Hasılı, ihanetin hangi rengi ve şekliyle kaybettirildiğini bilmiyorum, bildiğim, tarihin, ders çıkarmayanlar için hep tekerrür ettiğidir.
Gıyaben de olsa, doyasıya tanıdığım aziz aşkım, zillete asla "teslim" olmaz. Ne pahasına olursa olsun, o mutlaka izzetli didarını gösterecektir. Yeter ki ona layık bir "hoşamedi" de bulunabilelim. Biliyorum, o, öyle bir sebat ve fedailik ruhuna sahiptir ki, tıpkı Cafer-i Tayyar gibi, elleri, kolları, bacakları da doğransa, zalim ve zorbalara teslim-i silah etmez, düzenlerine boyun eğmez. Ve biliyorum, küfür devam etse de zulüm devam etmez. Her gecenin bir gündüzü, her kışın bir baharı olduğu gibi, elbette o nazenin sevgilinin de bir gündüzü, bir baharı olacaktır; gelecektir.
Müstekbirler bunu bilmiyor değiller; onlar da ezilenlerini kucaklayacak, zalim ve hunharların saltanatlarını başlarına geçirecek bu gücün dirilmesinden hep korkmaktadırlar. Firavun'un "Musa"dan, Dahhak'ın Kawa'dan korkması gibi... Ondandır ki işi iğfalciliğe vurmaktalar; maske ve makyajlarla kamufle ettikleri uyduruk ve sentetik sevgilileri piyasaya sürmekteler. Her defasında bir sahte peygamber, bir sahte mehdiyi servis etmekteler. "İşte aradığınız! İşte kaybettiğiniz!" diyorlar. Akıllarınca "teskin" ediyorlar. Ancak, çok sürmüyor; maskeler iniyor, makyajlar dökülüyor; takke düşüyor, kel ortaya çıkıyor. Şeytanca bir oyalama olduğu anlaşılıyor. Geç de kalınsa, kitlelerin ağzına sürülmüş "bal aromalı zehir"in farkına varmak da bir uyanıştır; bir arayıştır...
Evet, uyanış olmadan arayış olmaz; ben aşkımın arayışı içindeyim; ya siz!?... Unutmadan söyleyeyim, benim aşkım "ADALET"tir. Ya sizin!? "Adalet" diyorsanız, "Buyurunuz aramaya!" Zira aşkımız kayıplardadır...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.