Başlığı yadırgamayın lütfen, kendini çok önemseyen bir ruh hâli içinde filan değilim.
Kürt halkının haklı mücadelesinde önemli tanıklıklarla geçen kırk küsur yıl, neticede hayat hikâyenizin içinde yer aldığı bir geçmişi ifade ediyor ve siz isteseniz bile bu geçmişten kopamıyorsunuz.
Ne yapsanız, ne etseniz bir halkın, üstelik başka halklara göre tarihe, zamana, adalete ve özgürlüklere geç kalmış, geç bıraktırılmış bir halkın umutlarına ve umutsuzluklarına ortak olduğunuzu görüyor ve isteseniz bile bu yıpratıcı ve kuşatıcı gerçeklikten kendinizi koparamıyorsunuz.
Geçmişiniz bir gölge gibi hep ardınızdan geliyor ve peşinizi bırakmıyor.
Aklıma, “Ben ve Kürtler” adını taşıyan bir yazı başlığı kullanmak düştüyse, sebebi bu, başka bir şey değil.
Hiç unutmuyorum, Diyarbakır cezaevinden tahliye olduğumda, 12 Eylül’ü kazasız belasız atlatmış olan arkadaşlarımı tek tek soruyor, onların yeni meslekler edinmiş, cemiyet yaşamı içinde belli statüler elde etmiş olduklarını öğrendikçe, “Hayat bir seçimden ibaret,” diyordum içimden, “sen öyle seçimler yaptın ki, al gör işte, şimdi her şeye geç kalmış vaziyettesin, bir kadının sevgisine, bir çocuğun insana ileri yaşlarda yitip gidecek gibi gelen masumiyet ve saflıktan ibaret sevecen dünyasına ve mis gibi kokusuna, sana maddi sıkıntılar yaşatmayacak düzenli bir işe, kısacası her şeye geç kaldın!”
Ama ne yalan söyleyeyim, yaşadıklarımdan pişmanlık duymak şimdiye kadar aklıma gelmiş bir şey değil.
Lâkin, yine de, geriye dönüp baktığımda, tanıklığı dahi bana çok acı vermiş, keşke yaşanmasaydı diyebileceğim çok şey var elbette.
Mesela 12 Eylül olmasa, Haydari Kampı ve Saygon Zindanları gibi romanlarda anlatılan ve bizim gençlik yıllarında okuyup “teorik olarak, böyle şeyler sömürge ülkelerde veya faşizm bir ülkeye gelince yaşanabilir” diye hüküm yürüttüğümüz hapishanelerin âlâsını Diyarbakır’da yaşamasaydık, burada yaşanan zulmün biriktirdiği kin ve öfkeyle, gençler yıllarca Bekaa’ya taşınıp durmasaydı, sonra Bekaa’ya taşınıp duran bu gençlerin 30 bini –belki de kırk bini–, bir karış toprağa, bir mezar hakkına bile sahip olamadan, bir sevgilinin heyecandan tere bulanmış elini tutmadan, ölüp gitmeseydi, kâbusundan daha yeni uyanmaya çalıştığımız bu tarih de, kişisel hayatlarımız da çok farklı yaşanırdı.
19 yıllık Ankaralı sayılırım, çünkü 19 yıldır Ankara’da yaşıyorum. Bu benim ve karımın seçimi değildi.
Bir suikasttan sağ çıkmayı başardım mı desem, o gece, kader aslında bana değil, belki de, çok genç bir kadına, biri henüz bir, öbürü üç yaşında, iki çocuğu olan dünya güzeli bir annenin yüzüne mi güldü desem bilmiyorum, ama her nasılsa sağ kaldım ve vurulduğum gecenin sabahında karar verip Ankara’ya taşındık...
Mevsim sonbahar, yıl 1992’ydi...
Oysa ben her şeyine geç kaldığımı düşündüğüm hayatımın geriye kalan yıllarını Diyarbakır’da kalarak tamamlamayı düşünüyordum.
Olmadı işte. Diyarbakır’da yaşamayı düşünürken kendimi Ankara’da buldum.
Çok hızlı geçti yıllar.
Geçim derdi, çocukların ekmek, süt parası, okul parası, derken, siyasete dönüş, gazetelere yazılar, sonra peş peşe yazılan birkaç kitap.
Nihayet 2007 yılında, yol ayrımı.. Siyasi hayata nokta.. Siyasi kimliğin, yazıyla ve farklı bir alanda sürdüğü ve içine çok şey sığmış bir dört yıl..
Ve bugün..
Kürt-Türk siyasi ve sosyal ilişkilerinin bambaşka bir safhaya taşındığı bir zamanda, yeniden ateşlenen silahlar, peş peşe yaşanan ölümler..
Yeni bir araftayız ve bu araf hali, herkesi yeni bir seçimle karşı karşıya bırakıyor.
Siyasi manayla sınırlı da değil kastettiğim.
Ben başım sıkıştığında üç milyon savaş mağdurundan biri olarak Ankara’ya gelip yerleşebildim.
Ama ya şimdi,şimdi yeni bir savaş başlarsa, savaş mağdurlarının sayısı ne olacak, üç milyon mu, on milyon mu belli değil.
20 yıl öncesinde olduğu gibi, gideceği şehri seçme özgürlüğü bile olmayacak kimsenin..
Siyasi seçimini amasız ve çoktan yapmış biriyim ben ama bu seçimin Kürtler’in bir kısmını çok kızdırdığını görüyor ve üzülüyorum.
Bana öyle şeyler yazıyorlar ki, bu ben miyim acaba diye hayretler içinde kalıyorum, ya yanılıyorsam, ya gerçekten düşündüklerim ve yazdıklarım Kürt halkına zarar veriyorsa, diye kuşkulara kapılıyorum.
Üstelik PKK muhalifleri de, bu Kürt uyanışı çağında, tarihin gerisinde kaldığımı düşünüyorlar.
Onlar PKK’nin demokratik özerkliğine de inanmıyorlar, “PKK demokratik özerklik dediğinde, senin gibilerinin bağımsızlık talep etmesi gerekir” diyorlar.
Edelim de neyle, nasıl, niçin edelim kardeşim!
Bazı dostlarım o tehdit hadisesinden sonra Türk medyasının yürüttüğü tartışmaların her türlüsünden beni sorumlu tutuyorlardı. İçlerinden biri, bir gün telefon etti, bu tartışmaların Kürt ulusal çıkarlarına ne kadar zarar verdiğini anlattı uzun uzadıya, “Peki ne yapabilirim sence” dedim, “Kürt aydınları, Şivan gibi değerli sanatçılar, tehdit edilirse medya bunu tartışır, tehdit edenlerin bunu düşünmesi gerekmiyor mu?” dedim, ama o anlamıyordu..
“Türklere ne oluyor, biz birbirimizi tehdit de ederiz, öldürürüz de” deyince inanın şaşırmadım, çünkü Kürtler şimdi tam da böyle bir psikoloji yaşıyorlar. Ulusal kabahatleri ve hataları ‘düşmana’ karşı gizlemek.. Beni arayan dostuma son olarak, “Peki,” dedim “ne yapmamı istiyorsun?”
“Şivan’ı ara ve basın toplantısı yapın, deyin ki, ey Türkler babam size ne, biz birbirimizi tehdit de ederiz öldürürüz de, size ne oluyor?”
Çok zor zamanlardan geçiyoruz, ulusal ayıpların, hataların gizlendiği, konuşulmasının ihanetle bir sayıldığı zamanlardan geçiyoruz.
İşte diyorlar, ulusal çıkarlarımız, var mısın, yok musun?
Kim ve nasıl, birtakım taleplerin ‘ulusal çıkarlar’ olduğuna karar veriyor, ulusal çıkarlar bu çağda ne anlama geliyor, o belli değil işte.
Böylece hep savunmada bırakıyorlar insanları..
Bir üniversitede PKK’ye yakın gençlerin birbirine benzeyen sorularına, onların hissiyatını da hesaba katarak, cevap verdikten sonra genç bir Türk kızı yanıma geldi ve “Siz hayatınız boyunca hep savunmada kalmışsınız, size sorulan soruların çoğu haksız sorulardı, ama siz bunu önemsemediniz, galiba Diyarbakır cezaevinde yaşadıklarınız, sizi hep savunmada tutmuş, kendinizi hep suçlu hissetmişsiniz.”
Genç kızın bu sözleri kadar beni kendi gerçekliğime davet eden bir uyarı almadım hayatım boyunca.
Tek tek bireyler olarak ve hatta toplum olarak, geleceğimizi ilgilendiren paradigmalara karşı hep savunmada kalmamız, savunmada kalmayı kabul etmemiz, barışın da demokrasinin de önünde ciddi bir engel olarak duruyor.
Bu köşede okuduğunuz yazıların çoğu, savunma yazıları değil ve olmayacak da artık
Türk muktedirlerinin, Kürtler hakkında duymak istediği şeyi duyurmak isteyen, yazı yazmadım şimdiye kadar ve yazmaya da niyetim yok.
Benim sözüm Kürtler’e.
Susamam, susarsam yaşayamam.
Şakira’yı, Marilyn Monroe’yu anlatan yazılar yazamam bu saatten sonra.
Beni anlayın, üç maymunları oynamamı istemeyin benden.
Ben “demokratik özerklik, yanlış zamanda haklı taleptir” diye yazı yazmasam da, Türk aydınları ve kamuoyu PKK’nin ne yapmak istediğini tartışacak. Bu tartışmalar ne benim yazılarımla başladı, ne de benim yazılarımla sona erer.
Ayrıca, değil demokratik özerklik, bağımsızlık dâhil her şeyin tartışılmasından yanayım.
Kürtleri ve Türkleri ne mutlu edecekse o olsun.
Ama mezarlıklar ve taziye çadırları arasında geçen bir hayata mahkûm edilmiş iki halk haline getirilen Kürtler’in ve Türkler’in, beraber yaşamaya da, ayrılmaya da, demokratik özerkliğe de, karar verebilecek takati mi kaldı Allah aşkına?
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.