Ak Parti, Türkiye'nin her bölgesinde oylarını artırmasına rağmen, Doğu Anadolu'da milletvekili kaybı yaşadı ve Güneydoğu Anadolu'da hem oy hem de milletvekili kaybetti. 2007 seçiminde Ak Parti'ye oy vermiş olan önemli bir kitle bu seçimlerde BDP'yi tercih etti. 12 Eylül'ün 'yadigâr'larından % 10 seçim barajı olmasaydı, Ak Parti'nin milletvekili ve oy kaybı daha da yüksek olacaktı. Ancak Fırat'ın batısı ile doğusu arasındaki algı uçurumu öylesine büyük ki bu oy kaybının sebebi kanaatimce sarih biçimde analiz edilmiyor.
Fırat'ın batısındakiler, cumhuriyet tarihi boyunca Kürt meselesiyle ilk defa sadece söylem değil icraat bazında da yüzleşebilen tek partinin oy kaybına uğramasını anlamakta zorlanıyorlar. Bu yüzden de sebebi Ak Parti'nin bölgede düşük profilli milletvekili adayları göstermesinde arıyorlar.
Fırat'ın doğusundakiler için, Ak Parti'nin çabaları önemli bulunsa da, aksi yöndeki milliyetçi söylemler ve devletçi uygulamalar çoğaldıkça bu çabadan gerçek bir çözüm hâsıl olacağına dair ümitler azalıyor. Bu algı şöyle özetlenebilir: Bölgedeki devlet varlığı, baskıcı söylem ve yöntemler eşliğinde hissedildikçe, BDP'ye olan teveccüh artıyor.
Örneğin, 2009 belediye seçimlerinden sadece 15 gün sonra başlayan KCK davası ve beraberinde getirdiği tutuklamalar çözümün sivil siyaset içerisinde arandığına dair kuşkuları artırdı. KCK davasında eline hiç silah almamış siyasetçiler 30 yılla yargılanıyorlar, iki yıldan fazla süredir hapiste tutuluyorlar ve mahkeme hâlen bir gıdım ilerlemiş değil. Zira Kürt siyasetçiler, Türkçe savunmalarına ek olarak, Kürtçe bir savunma özetinin de mahkemede okunmasını istiyorlar. Hâkimlerse önce "bilinmeyen bir dil"sonra da "Kürtçe olduğu sanılan bir dil"diye tanımladıkları savunma metninin okunmasına izin vermiyorlar. Devletin resmî kanalının Kürtçe yayın yaptığı, devletin bakanının o kanalda kendi anadilinde konuştuğu düşünülürse; yargıdaki bu "Kürtçe inadı"nı anlamak hakikaten çok zor.
Bazı yazarlar KCK davasının "BDP üzerindeki PKK vesayetini kaldırmak" amacına hizmet ettiğini söylese de, bu dava eliyle siyaset üzerindeki devlet baskısı daha şiddetli bir biçimde hissediliyor. Bugüne kadar devlet eliyle "sizin iyiliğiniz için yapıyoruz" denilen her şey gibi, bu davanın da ters bir etki yarattığını görmek gerek. Devlet baskısının artması, siyaset üzerindeki PKK vesayetinin gücünü artırmaya yarıyor.
Üstelik bir yandan "dağdan ovaya inip siyaset yapsınlar" deniyor, diğer yandan da hayatında hiç dağa çıkmayıp, ovada siyaset yapanlar senelerce tutuklu yargılanıp, sonra da belki on yıllarca hapse mahkûm ediliyor. Birbirinin zıddı bu uygulamalar, sizce de devlet ciddiyetiyle çelişmiyor mu? Halkın oylarıyla seçilmiş belediye başkanlarının da olduğu KCK sanıklarının varlığı sürdükçe, BDP'nin bölgede oy kaybına uğrayacağını düşünmek hayal olur.
KCK davasının oluşturduğu siyasî etkiye ek olarak, bölgede uygulanan polis şiddetinin de etkili olduğunu not etmek gerek. Bölgenin içinde bulunduğu durum 1990'larla kıyaslanamayacak derecede güvenli olsa da, polisin taş veya molotof kullanılmayan, barışçıl yürüyüş ve basın açıklamalarına ve hatta BDP'lilerin seçim gecesi yaptıkları kutlamalara bile kadın, bebek, ihtiyar demeden gaz bombalarıyla müdahale etmesi mevzubahis devlet baskısı algısını kuvvetlendiriyor.
Buna ek olarak, Başbakan Erdoğan'ın "Benim milletimin dili tektir" gibi Ak Parti'nin "Biz hep birlikte Türkiye'yiz" sloganıyla çelişen milliyetçi açıklamaları, Ak Parti'yle BDP arasında kararsız kalan seçmenin BDP'ye yönelmesinde önemli rol oynuyor. Ayrıca Başbakan'ın konuşmalarında din vurgusu yapması olumlu bulunmakla beraber, bu vurgu BDP'lileri dinsizlikle suçlamaya kadar gittiğindeyse, sonucun Ak Parti'yle BDP arasındaki seçmeni tepkisel olarak BDP'ye yönlendirmeye yaradığını düşünüyorum.
Ak Parti, hâlâ Kürtlerin en çok oy verdiği partidir ve bu çözüme dair umut verici bir veridir. Ancak beş-altı milyon arası insanımız da BDP'ye destek veriyor. Bu sonuçlar önümüzdeyken, ne Ak Parti'nin ne de BDP'nin "Kürtlerin tek temsilcisi benim" iddiasıyla Kürt halkını iki yana çekiştirmesi doğru olmaz. Artık açıklıkla görülmesi gereken gerçek, Kürtleri hem Ak Parti'nin hem de BDP'nin temsil ettiğidir. Bu yüzden iki taraf da birbirlerine emri vâkilerle değil, bu oyların verdiği temsil hakkının gerektirdiği uzlaşmacı ve sorumlu dille yaklaşmalı kanaatindeyim.
BDP'ye oy veren Kürtlerin, Ak Parti'ye oy verenlere nispetle en büyük farkı devletle barışmaktan daha uzak olmalarıdır. Cumhurbaşkanı Gül'ün sıklıkla vurguladığı gibi, bu vatandaşlarımızın, vatandaşı oldukları devletle aidiyet bağlarını güçlendirmek için gayret göstermek gerekir. Bu yüzden oy verdikleri siyasetçileri hapse tıkmakla, burunlarını uzattıkları yerde gaza boğmakla veya yakın hissettikleri partiyi aşağılamakla bir yere varılamayacağı umarım kısa vadede fark edilir.
BDP'nin ivedilikle fark etmesi gerekense Kürtlerin büyük çoğunluğunun 'demokratik özerklik' projesine ikna olmadığıdır. Eğer seçim öncesinde iddia ettikleri gibi 2011 seçimleri demokratik özerklik referandumuysa, Kürtlerin çoğunluğu bu projeye onay vermemiştir. BDP'ye oy veren kitlenin öncelikli derdinin de bu olmadığı malum. Önümüzde çok hayırlı bir süreç var. Eğer BDP, tehditkâr ve zorlayıcı dilini, barışa daha yakın olan 'kırmızı çizgiler'den azade uzlaşmacı bir dille ikâme ederse, tüm Türkiye bundan kazançlı çıkacaktır.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.