Kürt sorununda bir sonuca varmanın henüz çok uzağındayız, ama zaman içinde iyileşen, düzelen bazı şeyler de yok değil. Bu iyileşmelerden biri devlet ya da hükümetten birilerinin Abdullah Öcalan’la bir şeyler konuşuyor olması. Bu görüşmelerin biçimi, içeriği ne olursa olsun, sırf yapılıyor olması da bir ilerlemedir. Ama en az bunun kadar önemli bir şey, bir süreden beri böyle görüşmeler yapıldığı bilinmesine rağmen bununla ilgili bir kıyamet kopmaması. Kıyamet kopmadığı gibi, oldukça geniş bir kesimde “Acaba ne demiş?” diye bir açıklama bekleme alışkanlığı bile oluştu.
Ben bunları toplumun büyük çoğunluğunun aslında bir barış atmosferine susadığına, zaman geçtikçe bunun nasıl gerçekleşebileceğinin koşullarını daha iyi anladığına yoruyorum.
Türkiye’de yetki sahibi mercilerin, sahip oldukları o yetkiyle uyuşmayan, olgunluktan uzak bir tutumları vardır. Bir devletin, ülkesindeki silâhlı başkaldırıma hareketini düşman gibi görmesi ve bastırmak için birçok çareye başvurması şaşılacak bir şey değil. O hareketin önderinden nefret etmesi de normal. Ama bunu ille de o kişiye “Bölücübaşı”, “Teröristbaşı”, “Bebek katili” gibi adlar takarak yapması gerekiyor mu? Böyle bir dil yaratmak ve her sıradan yurttaşın Abdullah Öcalan demek yerine bu laflardan birini kullanmasını sağlamak için çabalamak şart mıdır?
Ama Türkiye bunu hep yapar. Her sorunlu konuda Türkiye’nin bir görüşü vardır (bu, normal): Türkiye’nin bu görüşü konuyla ilgili tek gerçeği dile getirmektedir (bu, normal değil): bu “gerçek”, böyle apaçık bir şeyin hiçbir şekilde tartışılamayacağını belli eden bir üslupla dile getirilir (bu, hiç normal değil). Böyle bir üslûp tutturmakla, Türkiye, o konuda kendinden başka kimseyi ikna etmiş olmaz. Tam tersine, bu üslûbu benimsemekle dünya kamuoyu önünde kendini küçük düşürür. Aynı zamanda, böyle bir “kesinlikler” atmosferi yaratarak kendi manevra alanını tıkamış olur.
İşte Ermeni sorunu.
İşte Kürt sorunu, PKK ve Öcalan konusu...
Kendini tehdit altında hisseden birinin bir siper araması, bir siperde mevzilenmesi anlaşılmayacak bir şey değildir. Ne var ki, Türkiye’nin “siper”den anladığı, “kuyu” gibi bir şey. Sonunda, kazılan o kuyudan artık çıkmak zorunluğu doğunca, tırmanma imkânları kalmamış oluyor.
Türkiye, resmî düzeyde bu gibi davranışlarda bulunurken, toplumsal düzeyde bunun militanlığını yapmaya hazır bir azınlığı hep buldu, bundan sonra da bulacaktır. Bütün bir eğitim sisteminin sonucudur bu. İnsanlar “resmî tez”in doğru olduğuna inandığı için değil, ama devletin söylediği her şeye alkış tutmanın vatan borcu olduğunu belledikleri için böyle davranırlar.
Ancak, yukarıda değindiğim gibi, bu konuda artık bıçak kemiğe dayandığı için bu biçimde koşullanmış olanlar dahi “Bebek Katilini Telin” mitingleri düzenlemiyor, gerek duydukları anda onları oraya buraya sürmenin tekniklerini bilen devlet seçkinleri de işi oraya götürmenin yarar getirmeyeceğine inanmış gibi görünüyor.
Dolayısıyla, bütün olumsuzluklara rağmen, bazı iyileşmeler de var. Ama burası Türkiye, hiç belli olmaz, her şey bir anda karşıtına dönebilir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.