Kürt meselesinin çözümünde AKP hükümetinin filmin ‘esas oğlanı’ haline gelmesini PKK’nın kabullenmesi herhalde beklenemez.
Hükümet ise bu potansiyeli olabildiğince zorluyor. Çözüm sürecinde bir sonraki adımın ne olacağı ve zamanlaması neredeyse tek yönlü bir biçimde hükümete bağlı gözüküyor. Eğer gidişat engellenmezse bir süre sonra bu mesele hükümet ile Kürtler arasındaki bir yönetim meselesi olarak yeniden tanımlanabilir ve PKK’nın ‘ikincil’ kaldığı bir denklem üretebilir. Dolayısıyla PKK bu ihtimale karşı bir strateji geliştirmek zorunda ve bu bakışın temelinde Kürtlerin haklarıyla taleplerinin birbirinden ayrılması yatıyor. Haklar tüm bir halkın kategorik özgürlük alanını ifade ederken, ‘talepler’ Kürtleri temsil eden siyasi iradenin bizzat kendisi için istediği koşullardan oluşuyor. Doğal olarak PKK bu koşullar olmadan Kürtlerin haklarını alamayacaklarını savunuyor ama bu sadece olması gereken bir retorikten ibaret.
Kısacası hükümetin stratejisi Kürt sorunu ile PKK sorununu birbirinden ayırıyor. Örgüt ise bu iki sorunu organik ilişki içine sokmak üzere çaba harcıyor. Ne var ki bu çabanın kendisi sonuçta Kürtlerin hakları ile PKK’nın taleplerini de ister istemez ayrı listeler haline getiriyor. Birinde anadil ve vatandaşlık, diğerinde ise müzakere ve yasal zemin var. Söz konusu iki listenin inandırıcı olması ise hükümetin ‘aslında’ çözümden yana olmadığının kanıtlanmasına muhtaç. Yaşanmakta olan gerilimi farklı bir mecraya taşımak ve örgüt lehine ağırlık üretmek üzere izlenebilecek bir yol Batı’nın muhatap alınması. Türkiye AB üyeliğine aday olmanın ötesinde, neredeyse bütün Batı menşeli uluslararası kuruluşların da üyesi… Kürt meselesinde reformların yavaşlığı Batılı anlam dünyasında Gezi motifi ile birleşerek hükümetin ‘antidemokratik’ niteliğine kanıt oluşturabilir ve sonuçta Türkiye’nin oradan gelecek bir kamuoyu baskısına uzun süre direnmesi mümkün olmayabilir.
Diğer bir deyişle eğer PKK filmdeki esas oğlan olmaya dönecekse ‘belki de’ bunun yolu Batı’dan geçiyor. Üstelik ortada ciddi bir tehlike var: Türkiye’yi izleyen Uluslararası Kriz Grubu gibi objektif gözlemciler ve muhtemelen bu raporlardan etkilenen AB Parlamentosu Sosyalist Grubu, Kürt meselesi ile PKK sorununun birbirinden ayrılması gerektiğini savunmaktalar. Bu açıdan bakıldığında, AB Yeşilleri tarafından organize edilen ve geçen hafta sonu Brüksel’de onuncusu yapılan ‘AB, Türkiye ve Kürtler’ konferansı PKK için iyi bir müdahale cihazıydı. Nitekim konferansın sonuç bildirgesi neredeyse bire bir PKK’nın bakış açısını ve stratejik ihtiyacını yansıttı. Buna göre Öcalan’ın müzakereci rolünü tescil eden bir yasal zeminin ve buna uygun koşulların yaratılması; müzakerelerin sonuçlarının yasal ve anayasal sonuçlar doğurması; kapsayıcı bir siyasi affın hayata geçmesi; Ceza Kanunu’nun 314. maddesinin kaldırılması ve sonuçlarının ilga edilmesi; Rojava’daki Kürt yönetiminin desteklenmesi ve bu yönetimin Cenevre 2 görüşmelerine resmen davet edilmesi; Türkiye’nin selefi gruplara desteğine son vermesi; Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’deki barış sürecini izlemesi ve nihayet PKK’nın terörist organizasyonlar listesinden çıkartılması önerilmekteydi.
Bildirge doğal olarak Kürtlerin kendini yönetme hakkından ve anadilde eğitimden de söz ediyordu ama işin ‘siyasi’ tarafı PKK’nın Batı nezdinde meşru hale gelmesi hedefini yansıtmaktaydı. Dayanılan mantık ise, müzakereyi yürüten taraf olarak PKK’nın zaten bu meşruiyeti hak ettiği, oysa Türkiye’nin Rojava’daki tutumunun böyle bir meşruiyeti hak etmediğiydi. Bir yanda demokrasi için uğraşan ama terörist addedilen bir örgüt, diğer tarafta ise her türlü saygıyı gören ancak aslında totaliter eğilimlere sahip olup teröristleri destekleyen bir devlet vardı…
PKK’nın Batı üzerinden yeniden konumlanma stratejisi geliştirmesinin eleştirilecek bir yanı yok. Hareket alanını olabildiğince kullanmak örgütün de en doğal hakkı. Ne var ki konferansı izlediğinizde bunun yanlış bir çaba olduğu izlenimini elde etmemeniz mümkün değil. Avrupalı siyasetçilerin bir dinî ayin ritüelini andırır şekilde sundukları, çoğunlukla son derece yüzeysel değerlendirmeleri, PKK’nın yanında duran ‘Batı’nın bir ayak bağı olma ihtimalinin daha fazla olabileceğini akla getiriyor. Meşruiyet arayışının sonucu buysa, sonuç ilave bir meşruiyet yıpranması olabilir. PKK’nın müzakereci bir aktör olarak kabulü Türkiye toplumuna hitap edilmesiyle mümkün… PKK’nın muhatabı Türkiye olabilirse, süreçte hükümetin muhatabı da PKK olacaktır. Çareyi dışarıda aramak, yabancılaşmadan başka sonuç vermeyebilir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.