Bundan beş yıl önce hayal bile edilemeyecek bir olay gerçekleşti dün.
Eski bir Genelkurmay Başkanı “andıç” davasından dolayı savcılığa çağrıldı.
Suç işleyen ya da suç işlediğinden kuşkulanılan birinin, makamı ve sıfatı ne olursa olsun hukuka hesap vermesi, hukuk karşısında kimsenin ayrıcalığının bulunmaması çok önemli bir gelişme.
Demokrasiye doğru ciddi bir adım.
Ama yeterli değil.
Bu demokrasi yolculuğunun menzile varabilmesi için bütün sistemin değişmesi, Genelkurmay’ın Savunma Bakanlığı’na bağlanması, ordunun suçlarından siyasilerin de sorumlu olması ve devletin şeffaflaşması gerekiyor.
Başbuğ’u yargıya gönderiyoruz ama devleti şeffaflaştırmaktan dikkatle kaçınıyoruz.
Şu Uludere katliamıyla ilgili tam bir karartma yaşıyoruz.
Ne olduğunu hiç bilmiyoruz.
Biz, “istihbaratın” MİT’ten gittiğini söyleyen haberler yaptık.
MİT, dün “kendisinin asla böyle bir istihbarat vermediğini” belirten bir açıklama yayınladı.
Aksine bir belge çıkmadığı sürece MİT açıklamasını baştan aşağı doğru kabul etmek zorundayız.
Şimdi bu açıklamanın ışığında olaylara bakalım.
Genelkurmay Başkanlığı, Uludere bombalamasını “istihbarata” dayalı olarak yaptıklarını resmen açıkladı.
Bu istihbarat MİT’ten gitmediyse kimden gitti?
Bu istihbaratı kim verdi?
Ne zaman verdi?
Bu istihbaratlara rağmen köydeki insanların “kaçağa gitmesine” tanınan serbestiyet son bir ayda neden genişletildi?
Tam aksinin yapılması, “kuşkulu” bölgeye bir süre kaçakçıların sokulmaması gerekmez miydi?
Kaçakçıların gidiş gelişlerini denetleyecek olan karakol bu istihbarata rağmen neden on gün önce boşaltıldı?
Neden askerler, tanık ifadelerine göre, kaçakçıların dönüş yolunu kesti de onları “kuşkulu” arazide hedef halinde bıraktı?
PKK’nın birkaç katırdan fazlasıyla eyleme gitmediği bilindiği halde neden yetmiş katırlı bir kaçakçı kervanı bombalandı?
Neden bombardımandan önce bölge birliklerine “o arazide kaçakçı olup olmadığı” sorulmadı?
Kaçakçı kervanının saptanmasıyla vurulması arasında geçen üç saat boyunca “bölgeden” hiçbir bilgi alınamadı mı, kaçakçıların “arazide” olduğunu söyleyen çıkmadı mı?
Ve, bombardıman emrini kim verdi?
Kim, ortadaki bütün bu soru işaretlerine rağmen “uçaklar bombalasın” dedi?
Bu korkunç katliamın sorumlusu kim?
Orgeneral Başbuğ’u adalete sevk edecek kadar demokratız ama 35 insanın öldüğü bir askerî operasyonla ilgili bütün gerçekleri saklayacak kadar da demokrasiden uzağız.
Aralarında on iki yaşında çocukların bulunduğu otuz beş kişinin bombalarla parçalanması öyle kolayından geçiştirilecek bir iş değildir.
Bütün bu gerçekleri ortaya koyduğumuzda, çok ciddi bir tuzak kurulduğu, bu tuzağın kurulmasına da askeriyenin içinden birilerinin yardımcı olduğu ortaya çıkıyor.
Yok eğer biz yanlış yorumluyorsak, burada bir tuzak yoksa, yanlış istihbarat, istihbaratın iyi denetlenememesi, Heronların kervanı bulmasıyla o insanların bombalanması arasında geçen üç saatte yeterli bilginin alınamaması, insanların telaşla bombalanması gibi dehşetli bir beceriksizlik ve yetersizlik zinciri söz konusuysa, bu yetersizliğin sorumlusu kim?
Bu devleti gerçekten bu hükümet yönetiyorsa, bu soruların muhatabı da, bu sorulara cevap vermesi gereken de odur.
Ama hükümetten hiçbir açıklama gelmiyor.
Medya da hiç zorlamıyor.
Başbuğ’u yargılasanız da, hesap vermeyen bir hükümet ve hesap sormayan bir medyayla bu ülke demokrasi de olmaz, hukuk devleti de olmaz.
Devletin suçlarını örten, halkından gerçeklerini saklayan herkes halkına ihanet ediyor, demokrasiyi ve hukuku sakatlıyor demektir.
Biz askerî vesayete, gerçekleri halkından sakladığı, kendi halkını aldattığı, kendi insanlarını öldürdüğü için karşı çıktık.
İnsanlar, “bu suçları askeriye tek başına işlemesin, sivil yöneticilerle birlikte işlesin” demedi.
Önemli olan suçun işlenmemesi, işleyenin ortaya çıkarılması.
Aksi takdirde askerî vesayet, sivil iktidarları “canlı kalkan” olarak kullanarak yoluna devam eder.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.