Devletin ya da özel olarak güvenlik bürokrasisinin Barzani ile ilgili söylemlerini bir tarafa bırakalım. Bizzat Başbakan Erdoğan’ın iktidarının ilk yıllarındaki Barzani’ye yönelik söylemleri hatırlamaya çalışalım. Aşağılayan tanımlamalar ve asla muhatap almaya yanaşmayan yaklaşımlarla dolu onlarca açıklama bulabilirsiniz.
Peki o günden bu yana ne değişti. Elbette herkes yanlış yapar ve yanlıştan dönmek erdemdir. Ama yıllar önce takınılan tavrı da bugün sergilenen yaklaşımı da bu kadar basitleştirerek değerlendiremeyiz. Kişisel önyargı yada beklentileri aşan bir politik tercih söz konusu. Bir dönem Irak’ın toprak bütünlüğünden başka bir şeyi gözümüz görmez, Irak Başbakanı’ndan başka kimseyi ciddiye almazdık. Bırakın bölgesel yönetimin temsilcisi olması hasebiyle Barzani’yi, Irak Cumhurbaşkanı olmasına rağmen Talabani’yi bile diplomatik muhatap olarak içimize sindiremiyorduk. O gün de “sözde Türkiye’nin çıkarları” iddiası ile Irak’ın içişlerine müdahale anlamına gelecek söylemler geliştirme hakkını kendimizde görüyorduk, bugün de bundan geri kalmayan bir tercihi açıkça dillendirmekten geri durmuyoruz. Neredeyse Irak’ın çoğunluğunu oluşturan Şii grupların Başbakanlıktan vazgeçmesini isteyeceğiz.
Sünniler ve Kürtlerin temsilcileri ile kurduğumuz ilişkinin mukabilini bir başka ülke Türkiye’ye karşı yürütse savaş nedeni sayarız. Nitekim Irak Başbakan’ı Maliki de buna yakın bir tanımlama yapıyor iki ülke ilişkilerine yönelik uyarı dolu konuşmasında.
Yeniden Barzani ilişkilerine dönelim. Beklentinin hangi kaygılara dayandığını bütün dünya biliyor. Yıllar önce Hafız Esad, Türkiye’nin Kürt korkusunu fark ettiğinde bunu nasıl bir pazarlık malzemesi haline getirdiğini ifade ediyordu.
Muhatap alınan aktörler değişse de aslında temel korku ve beklenti de çok değişen bir şey yok. Beklentilerimiz karşılanmadığı taktir de yeniden eski pozisyona dönmeyeceğimizin de bir garantisi yok elbette. Yani her an Barzani, “peşmerge başı(!)” manşetleri ile afişe edilebilir. Beklentilerimizin ne kadar gerçekçi ve bölge halklarının çıkarına olup olmadığını tartışabilecek olgunluk ve akıldan hâlâ çok uzağız.
Suriye politikalarının da aşağı yukarı aynı korkulara dayandığını biliyoruz. Bu nedenle şimdi Suriye’nin toprak bütünlüğü laflarını sıkça etsek de bir süre sonra “aşağı tükürsek sakal, yukarı tükürsek bıyık” pozisyona gelince ya tükürüğümüzü yutacak ya da sıcak çatışmanın ortasında kendimizi bulacağız.
Artık Ortadoğu’da herkes bir birini çok iyi tanıyor. Kiminle ne kadar yol yürünebileceğine dair kaygılar ve güvensizliğin beslediği psikoloji, bölge dışı güçlerin daha fazla söz söylemesine ortam oluşturuyor.