Başbakan’ın Kürt sorunuyla ilgili böyle konuşup da yarın herhangi bir nedenle örneğin Cumhurbaşkanı olması gibi aynı sorun üzerine barışçı konuşmasını beklemek sanırım artık imkânsız bir beklenti. Çünkü anlaşılan o ki Başbakan, bu savaşta, kendinden çok emin ve hiçbir biçimde taviz vermeyen bir lider imajı yaratmak istiyor. Çünkü herhâlde biliyor ki bu tür ilişkilerde “kredibıl” olan, yani “inandırıcı olan” oyunu kendi istediği yöne çevirme gücüne de sahip oluyor.
Başbakan’ın açlık grevlerinde olanlarla ilgili “şov yapıyorlar” sözleri ile BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın “sertleşiriz” tavrına karşı “Sertleşsen ne olur, aynen karşılığını alırsın” gibilerinden efelenmesi siyaset alanının da bir çeşit savaş alanına dönüşmüş olduğunu gösteriyor.
Doğrusu Türklerle Kürtler arasında kim nasıl yapmış bilmiyorum ama inanılmaz kalınlıkta bir perde var. Özellikle Türkler, (Türkler diyerek aslında hükümeti ve kendini bu kimlikle tanımlayan ve daha çok batıda oturan insanları kastediyorum) Kürtlerin ne yaşadıklarını ve bu yaşadıklarını da nasıl yaşadıklarını pek anlamıyorlar. O nedenle de Kürt gençlerinin kendilerini kahramanlık destanları yaratan insanlar olarak gördüklerini ve yaptıkları her eylemde de kendilerini biraz daha yücelttiklerini anlayamıyorlar. Anlayamadıkları için de mesela açlık grevlerini despot bir örgütün verdiği emirlere uymak zorunda kalmış insanların çaresiz bir eylemi olarak değerlendiriyorlar. Oysa karşımızda, mücadelelerinin kutsal olduğuna inanmış ve bu uğurda canlarından bile vazgeçebileceklerini göstermeye çalışan insanlar var.
Olayın iki tarafının soruna bakış açısı böylesine ters olunca birbirini anlamaya yönelik bir diyalog yolu açmak da mümkün olamıyor. Sanırım sorunun en önemli ayağı da bu.
“Anlamak zorunda mıyız onların bu eyleme neden kalkışmış olduklarını” diyebilirsiniz. “Bir devletten, bu türden büyük siyasi talepleri insan bedenlerine bağlayarak elde etmeye yönelik bir politika”nın yanlış olduğundan da söz edebilirsiniz. Üstelik bu düşüncelerinizde haklı da olabilirsiniz. Ama ne var ki eğer bu sorunu çözmek durumunda olan sorumluluk mevkiinde oturan insanlarsanız bu insanların neyi niçin yaptıklarını anlamak ve uygun çözümü de bulmak sizin yükümlülüğünüzde.
Türklerle konuştuğunuzda Kürtlerin ayrılarak ayrı bir devlet kurmak istediklerini düşündüklerini anlıyorsunuz. “Bunu ifade etmiyorlar ama bütün amaçları da bu” diye konuşuyorlar. Kürt siyasetinde “ayrı bir devlet kurmak” hâlâ benimsenen bir amaç mıdır bilmiyorum ama, bugün itibariyle hükümetin uyguladığı stratejinin böyle bir amacın değişmesine değil de aksine perçinlenmesine yol açacağı açık değil mi? “Bugün itibariyle” dedim, çünkü hükümetin bugün itibariyle benimsemiş olduğu pozisyon sertlik yanlısı bir pozisyon ve daha önceki “açılım politikası” ve “Oslo süreci” gibi politikalardan da çok uzak.
Demokrasi bir risk alma rejimidir. Bu söz, Kürtlerin bazıları ayrılmayı isteseler bile onların bu fikirlerini tartışabilmelerine olanak sağlamak gerekir anlamına gelir. Demokratik tartışma süreçlerinin, tartışan tarafları olduğu kadar tartışma iklimini de değiştiren süreçler olması, bu riski de göze almayı anlamlı kılar.
Bu nedenle de hükümetin önünde sanmayın ki iki yol var, biri şimdiki, diğeri ise bu ülkenin demokratlarının, solcularının ve liberallerinin önerdiği barışçı yol. Şimdikinin bir siyasetten çok sert bir pozisyon alma olduğunu dikkate alırsanız aslında yolun bir ve tek olduğunu anlarsınız. Bu yol ise, riski göze alıp demokrasiyi genişletmeye yönelik içinde anayasa çalışmalarının da olduğu bir yoldur.
AKP’nin “muhafazakâr” da olsa “demokrat” olduğunu ileri sürenlerin geldiğimiz yer itibariyle bu “demokratlığın” nasıl bir demokratlık olduğunu sorgulamaları gerekir. Ve hâlâ böyle düşünüyorlarsa en azından kalemleriyle, sorunun barışçı yönde çözülmesine çalışanlarla birlikte davranarak AKP’yi demokrat olmayan sert politikalardan vazgeçirmeye ve daha barışçı davranmaya davet etmeleri gerek.
Duyan var mıdır?
Ne dersiniz?
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.