Savaşın tek galibi savaşın kendisidir.
Anadolu bilgeleri, üzüntüsü sahte olanın, ağlaması abartılı olur, der.
İntikam siyasetinden barış siyasetine geçiş mühürlenmiş yürekleri etkileyecektir.
Barışın ve helalleşmenin sanıldığı gibi bölünme ve yıkım değil, bütünleşme ve toplumsal zenginlik sağlayacağını görelim.
Barışa takoz koyanlara, sabote etmeye çalışanlara anladıkları dilden değil, anlamadıkları dilden cevap vermek, işin en zor kısmı.
Barış sürecine yönelik kulp bulma, mazeret üretme siyasetlerinin anlaşılır bir yanı yok. Yeni ölümlerin olmaması başlı başına bir kazanımdır.
“Yaşasın hayat” diyenlerle, “Yaşasın ölüm” diyenleri bu süreç ayrıştırıyor.
Kılıçdaroğlu “Bütün ülkeyi İmralı’nın iki dudağına tabi kılmaktan utanmıyor musunuz?” sorusunu sorabiliyor.
Herkesin gidişatta kolektif sorumluluğu var. Sorumluluk herkese ait olunca, hiç kimsenin kendini sorumlu hissetmemesi siyasetin aşil topuğudur.
Nürnberg mahkemelerinde yargılananlar, “Ben yapmasam başkası yapacaktı. Ben değil, dişlisi olduğum sistem yaptı” dediklerinde, “neden başkası değil de siz ve neden sistemin bir dişlisi oldunuz?” sorusuyla karşı karşıya kaldılar.
Mesele suçlu aramayı değil, çözüm aramayı gerektiriyor.
Kendi yaşantımıza her zamankinden çok daha fazla başkaları karar veriyor. Tahayyüllerimize hiç bu kadar sanal hapishaneler örülmemişti. Görüntünün egemenliği, hiç bu denli aklın yerini almamıştı.
ANAYASA TARTIŞMALARI
Van Gogh’un mektubunda yazdığı gibi, “Rüzgâr var, sıra yel değirmenin inşasındadır.”
Anayasa tartışmaları yeni bir kurucu irade ihtiyacını ortaya koyuyor. Ortak bir “biz” tarifi ile egemenliğin paylaşılması işin püf noktası. Geçen anayasa uzlaşma komisyonunda kabul edilen 60 maddenin yeniden görüşülmesini isteyen CHP’yi anlamak zor.
Anayasa tartışmalarında hâlâ yurttaşlık tanımını sıfatsız yapamayan ana muhalefet, yeni anayasa uzlaşma komisyonunda benzer bir direnç gösterecek mi göreceğiz. Gerçekten yeni olabilmenin yolu buradan geçiyor.
Hiyerarşik bir kimlik düzenlemesine dayanarak, 12 Eylül’ün en temel kabulü sürdürülemez.
İşin özü, devletin meşruiyetini kendisinden mi, toplumdan mı alacağıdır. Devletin milletinden, halkların devletine geçebilecek miyiz?
İktidarın “Oğlum, bak git” kafasıyla da bu siyaset sürdürülemez.
Siyasetin dönüşümünü sağlayacak öznelerin kendileri dönüşüme direnirlerse, misyonları sadece sürecin ayak bağı olacaktır.
Olan oldu, artık geleceğe bakalım. Ünlü dansçı Nureyev: “Merdivenleri çıkarken geriye bakma, düşersin” diye uyarmıştı. İlerlerken dikiz aynasını kullanalım, ama aklımız hep geride olursa, önümüzü tam göremeyeceğimizi unutmayalım. Ülkenin bu süreci aşması kendimizi aşmamıza bağlı.
Devlet köktenci, milleti milletsiz idare etme düşkünlerinin işi zor.
“Otoriter bir rejime karşıyım, ama bu memlekete gerekiyor,” tezi ne kadar tanıdık ve bir o kadar da kulak tırmalayıcı değil mi?
Fransız devriminde Babeuf, “Eşitlerin Manifestosu”nda, “Halkın rızası olmadan girişilecek işlerde ben yokum,” dediğinde, tanıdık bir ses ona, “Gerici, kralcı güçler Cumhuriyete karşı tertipler düzenlerlerken, Babeuf’a da ne oluyor?” diyordu.
Çok kimlikli, çok inançlı, çok kültürlü, çok dilli demokratik bir Türkiye hedefi, ufuk çizgisi gibi yaklaştıkça uzaklaşıyor.
Müzakere kültürü, birbirinin kuyusunu kazma kültürünün yerini almalıdır.
Ey siyasiler, boşuna birbirinize bağırmayın, ruhlarımız birbirinden o kadar uzaklaştı ki, artık fayda etmiyor bu ses kirliliği.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.