Kürt anaların yüreğinden kopan sözler büyük bir trajediyi ve büyük bir savaşı anlatan kitaplara ad oldu, ama bu savaş, bu trajedi hâlâ bitmedi.
Hayriye Ana, dört çocuğunu da savaşa kurban vermiş bir kadın.
Bir gün Diyarbakır’da, Kervansaray’da, Hasan Cemal’e sarılıyor ve kulağına Kürtçe şu sözleri fısıldıyor:
“Barışa emanet olun!”
Hasan Cemal’in son kitabı bu adı taşıyor ve bu güzel temenniyle sona eriyor.
Size kitabı uzun uzadıya anlatacak değilim, Hasan Cemal kitaplarının böyle bir şeye ihtiyacı yok bence.
Onları okursunuz ve dostlarınıza tavsiye eder, paylaşırsınız.
Dost-ahbap sohbetlerinde tartışmaları tetikleyen çok sayıda başlık vardır o kitaplarda.
Ama ben yine de, bu son Hasan Cemal kitabı için, birkaç şey söylemeden geçemeyeceğim.
Akademinin kendi Kürt algısını hâlâ dört-beş bin vuruşluk makalelere sığdırdığı ve devletin ‘etnisite mühendisliğiyle’ hesaplaşmayı bir türlü göze alamadığı bir zamanda, Kürt meselesini anlamaya çalışan ve böyle bir merakı olan herkesin soluklanmadan okuyabileceği bir kitaba daha imza atmış, sevgili Hasan Cemal.
Bu yeni kitabın, Kürtler kitabını tamamlayan bir ikinci kitap olarak okunması da mümkün..
Kürt sorunu dün neydi, bugün nedir?
Dünü anlatan önemli bir kitaptı Kürtler kitabı.
Kürtler, Diyarbakır cezaevinin tartışılmasına, bu cezaevinde yaşananların kamuoyuyla paylaşılmasına büyük katkı sundu.
Hasan Cemal, “Diyarbakır cezaeviyle o yıllarda yüzleşebilseydik, tarih Türkiye’de farklı yaşanabilirdi” diyordu.
Kürtler kitabını okuyanlar, zamanla bu yargıya katıldılar.
Kürt meselesinin üstündeki sis perdesi, biraz daha aralanmış oldu, Cumhuriyet’le yaşıt bu sorunu, yaşanan büyük mağduriyetler üzerinden tartışabilen bir kamuoyu oluştu.
Kürtler için, dağa çıkmanın ve silaha sarılmanın bir tarihsel merak, bir şiddete tapınma meselesi olmadığı görüldü.
Eruh ve Şemdinli’de patlayan ilk silahı tetikleyen sebepleri, ‘bizi yok etmek isteyen yabancı düşmanların’ marifetine bağlamanın ne kadar yanlış bir algı olduğu ortaya çıktı.
Şimdi tekrar hikâyenin başına dönüyoruz.
Öcalan ve arkadaşları, PKK’nin kuruluşuna giden yolda ilk toplantıyı Ankara Çubuk’ta yaptı, hikâye Bekaa’da devam etti, ve bugün de, bir yanıyla Kandil’de, bir yanıyla da İmralı’da sürüyor.
Kürt siyasetinin artık, hem bizim hükümetin hem, Ortadoğu’daki aklı başında siyasi aktörlerin anladığı ve farkına vardığı gerçeği anlaması ve farkına varması lazım.
Hikâyenin, Bekaa’da, başlayan ve Kandil’de ve İmralı cezaevinde devam eden bölümlerine yazacak bir şey kalmadı artık..
Şimdi Ankara’ya yeniden dönmenin zamanıdır.
Kürt siyasetinin sadece BDP’yle değil, bütün kurumlarıyla yüzünü Türkiye gerçeğine dönmesinin ve solcu dostlarımız kızmasın, ama evet artık Kürt siyasetinin bir iç muhasebe, bir iç yüzleşme yaşamasının zamanıdır.
BDP’yi elini kolunu bağlayarak Ankara’ya yollamak, sonra da allem edip kullem edip Kandil’de kalmaya çalışmak, oralarda ABD’ye, Türkiye’ye ve Güney Kürdistan hükümetine karşı ‘Kürt-Şii’ ittifakı teorileriyle uğraşmak haklı bir siyasi davaya zarar vermekten başka bir şeye yaramaz..
“Savaşı biz değil AKP başlattı” demenin hiçbir inandırıcılığı yok.
Yüzde elli oy almış bir hükümetin, hem Türkiye partisi, hem Kürt partisi olabilmeyi başarmış bir partinin, ‘BDP’yle siyasi rekabet’ adına, böyle bir şeye girişmesi için hiçbir sebep yok.
Kim sahneye koyarsa koysun, AKP-BDP siyasi rekabetini, savaş seçeneğiyle sürdürmeye çalışmak herkese felaket getirir, ama böyle bir seçenek üzerinden ne AKP ne BDP siyasi olarak yenilgiye uğratılabilir; savaş yoluyla biri diğerini zayıflatamaz.
AKP’yi Kürtlerle savaş değil, barış büyütür.
Aynı şekilde, Kürtlere istikbal, Kürtlere statü talebi Kandil’de kalmaya ve savaşı sürdürmeye devam ederek de sağlanamaz.
Kürt hareketi yedi yıl önce yazdığım gibi, artık Kandil’den yönetilemez..
Hasan Cemal’in yeni kitabı bütün bu konulara cevap aramak isteyen herkese yeni ufuklar açıyor.
Kürt sorununa da, siyasetine de yabancı sayılmam.
Ama itiraf edeyim, bu ülkenin yurttaşı bir Türkiyeli Kürt değil de, Kürt meselesine az çok merak duyan yabancı uyruklu biri olsam, kitabı okuyup bitirdikten sonra, Karayılan’dan Öcalan’a, ordu mensubu komutanlara ve her iki tarafta politika yapan siyasetçisine kadar, görünürde herkesin barıştan başka bir şey istemediği, savaşa sevdalı olmadığını açıkça beyan ettiği bir meselede, savaş nasıl olmuş ta kırk yıl sürmüş, işte buna hayret eder dururdum..
Kitabı okuyup bitirdiğim günlerde, DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk, tartışılması gereken bir teklifte bulundu.
PKK’nin silahlı güçlerini Kuzey Irak topraklarına geri çekmesi karşılığında, Öcalan’a ev hapsi.
Öcalan’a ev hapsi, artık, Ankara’da kalındığı yerden, ama o yıllarda olduğu gibi bir sis bulutu içinden değil; demokratik, meşru ve sivil bir mecranın içinde akmaya çalışarak yazılması gereken hikâyenin final bölümünü okuyabilmek için yegâne çaredir.
Dahası, Kürt hareketini, İranlı Mollalarla Suriye Baasının kuşatmasından kurtaracak yegâne formül budur.
Ama bu teklif neden mesela KCK’dan, DTK’dan ve kurumsal olarak gelmiyor?
Demokratik Özerklik ilanı için toplanan DTK, hatta ‘PKK’ye savaşma demeyi ahlaki olarak doğru bulmuyoruz’ diyebilmek için toplanan DTK, Kürt siyasi tarihinde yeni bir sayfa açacak olan Tuğluk’un bu teklifini neden toplanıp konuşmuyor, ayrıca aynı şeyi BDP Parti Meclisi’nin yapması için bir engel mi var?
Kürt sivil siyasetinin, ‘silahsızlanma aşamasında’ hiç mi rolü olmayacak, siyasetçiler ‘silahın miadı doldu’ dediklerinde onlardan hep susmaları mı istenecek?
Bu yüzden mi, BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, iki gün önceki grup toplantısında, Öcalan’a ev hapsi isterken, silahlı güçlerin geri çekilmesi konusunda herhangi bir söz sarf etmiyor?
Bu yüzden mi başında Karayılan’ın bulunduğu KCK, Tuğluk’un teklifinden bir gün sonra toplanıp, ‘mücadeleye kuvvetle sarılmanın zamanıdır’ diye bildiri yayınlıyor?
Ve KCK’nın kuvvetle mücadele yürüttüğü bir siyasal iklimde, Öcalan’a ev hapsi talebinin kendisi doğru olsa bile, kamuoyunda gerçekçi bir talep olarak algılanabilir mi?
Sorulara cevaplarım, pazartesiye..
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.