“Başbakan çok güçlüdür. Kürd sorununu ancak güçlü bir başbakan çözer…” şeklindeki bir değerlendirme, sağlıklı bir değerlendirme değildir. “Güçlü Başbakan”ın, bugüne kadar, bu soruna neden sağlıklı bir yaklaşım göstermediği üzerinde durmak daha önemlidir. Çünkü, hükümet, Başbakan, bu gücü yeni sağlamış değil ki. On yıldan beri böyle bir gücü var. 2002, 2007, 2011 genel seçimlerinde, daha önceki bir seçime göre oylarını arttırarak bugünlere gelmiş bir hükümet ve Başbakan var.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Filistinli Araplar için, Filistin Özerk Bölgesi için, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için, Bosnalı Müslümanlar için, geliştirdiği söylemi dikkatle incelemek gerekir. Başbakan, bu konularla ilgili duygularını, düşüncelerini belirtirken çok sıcaktır, coşkuludur, gözlerinde ışıklar saçılmaktadır. Çağın everensel değerlerini yoğun bir şekilde savunmaktadır. Filistin Özerk Bölgesi için, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için bağımsızlık dahil her türlü hakkı savunmaktadır. Başbakan, bu konulardaki düşüncelerini, duygularını sık sık dile getirmektedir. Kürdler gündeme geldiğindeyse, Türkiye’de yaşanan Kürd sorunu gündeme geldiğindeyse, çok gergindir, öfkelidir, özgürlüklerin sınırlandırılması için çaba sarfedilmektedir. Bu farklı, birbirine zıt tutumların zengin olgusal dayanaklarıyla irdelenmesi önemli olmalıdır.
Filistin’de bir Filistinlinin burnu kanasa, Başbakan hemen tepki göstermekte, İsrail hükümetini suçlamaktadır. Ama, Roboski’de yaşanan acıyı, bilmezlikten, duymazlıktan, görmezlikten gelmektedir. Bu, Kürdlere, Kürd sorununa olumlu bir yaklaşım değildir. Bu yaklaşımlar barış getirmez.
2005 yılı yaz aylarında, Başbakan, Kürdler için, Kürd sorunu için güzel bir söz söylemişti. “Kürd sorunu benim sorunumdur. Bu konuda devletin de yanlışları vardır. Bunları demokrasiyi geliştirerek, yaygınlaştırarak aşacağız.” Ama, bu tutumdan hemen vazgeçildiği gibi, bir daha, böyle olumlu bir tutum, sergilenmemiştir.
Hükümetin, TRT-6 gibi, Mardin, Hakkari gibi bazı üniversitelerde Kürdçe bülümleri gibi bazı reformlar da elbette, dikkatlerden uzak değildir. Ama, 20 milyondan fazla Kürd’ün toplumsal ve siyasal sorunlarının, “seçmeli dersler”le çözülmeye çalışılması Kürdlerin doğal hakları konusunda ne kadar kısıtlayıcı, olumsuz bir tutum içinde olunduğu açıkça görülmektedir.
Beş milyon nufusu olan Makedonya’da 80 bin kadar Türk yaşadığı vurgulanmaktadır. Türkiye, Makedonya hükümetinden, Makedonca ve Arnavutça’yla birlikte, Türkçe’nin de resmi dil olarak kullanılmasını istemektedir. Bu, Türkiye’nin Balkanlarda yürüttüğü dış politikanın önemli bir konusudur. Ama Türkiye’de 20 milyonu aşkın Kürdün sorunları, “seçmeli dersler” le dile getirilmektedir. Türk yönetimindeki bu çifte standart üzerinde durmak önemlidir.
Bütün bunlar neden yaşanmaktadır? Çifte standartlı tutumlar, neden, Türk siyasetinin vazgeçemediği tutumlar olmaktadır? Bu gibi konular üzerinde düşünmek, kanımca daha önemlidir. Türk siyasetinde, neden, böylesine yaygın bir çifte standart egemen olmaktadır? Kürdlere, Kürd sorununa böylesine mesafeli, olumsuz bir yaklaşım, barış ortamının oluşmamasının çok önemli bir nedenidir. Başbakan, devletin görüşünü, isteklerini, Kürdlere, BDP’ye, PKK’ye dayatmaya çalışmaktadır. Barış böyle bir dayatmayla gelmez. Halbuki, barış, Kürdlerin, DDP’nin, PKK’nin isteklerini de müzakere edilmesiyle, belirli bir alanda uzlaşma sağlanmasıyla oluşur.
“Silahla bu sorun çözülmez”, “silahla istediğiniz sonucu elde edemezsiniz” görüşünün, düşüncesinin, PKK’den önce devlet ve hükümete söylenmesi gerekiyor. Silahı öne çıkararak, yasakları yaygınlaştırarak, devlet terörünü tırmandırarak…olumlu bir sonuç elde edilemez. Kürdler bu yolla dize getirilemez. Hükümetin, Başbakan’ın bunu anlaması gerekir. Devlet, terörü, yasak, baskı, şiddet, Kürdleri mağdur edebilir. Ama bu, devleti de devlet kurumlarını da zaman içinde çürütecek bir sonuç yaratır. Bu baskıdan, devlet ve hükümet, giderek Türk toplumu da zarar görür.
PKK’nin nasıl ortaya çıktığını, nasıl kitleselleştiğini hiç unutmamak, dikkate almak gerekiyor. Kürd sorunu nedir? Kürd sorunu, Kürdlerin Kürd toplumu olmaktan doğan, Kürd milleti olmaktan doğan haklarının gaspedilmesiyle ilgili bir sorundur. PKK bu sorunun ortaya çıkardığı bir direniştir. Gasbedilen haklar iade edilmiş mi? O zaman aydınların, her şeyden önce devleti ve hükümeti eleştirmeleri gerekir. Noam Ckomsky’i değerli kılan, en önce kendi hükümetini eleştirmesidir. Chomsky, baskıcı rejimlere verdiği destekten dolayı, ABD’yi yoğun bir şekilde eleştirmektedir. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu tarafa sistematik bir şekilde uygulanan anti-Kürd politika öce Türk aydınları tarafından eleştirilmelidir. Kaldı ki, devlet, Kürdlerin doğal haklarını tanımamayı sürdürmektedir. Üniversite, yargı gibi, devletin temel kurumları bu anti-Kürd politikaya yoğun destek vermektedir.
1950’lerde, 1960’larda, 70’lerde, 80’lerde… Türk yargısı, Kürdlerden, Kürdçe’den, Kürdistan’dan söz edenlere ağır cezalar veriyordu. Bugün mücadelenin getirdiği fiili kazanımlardan dolayı artık bu inkar yapılamıyor. Bugünse, örneğin, köylerini yakan-yıkan, evlerini yakan yıkan panzerlere taş atan çocuklar tutuklanıp cezaevlerine konuluyor, 15-20 yıl ceza istemleriyle yargılanıyor, çoğu de mahkum oluyor. Çoğu da yerel yönetimlerde görevli yani halk tarafından seçilerek o göreve gelmiş kişiler, binlerce kişi cezaevlerine konuluyor…Sözü edilen yıllarda, Kürdlerden, Kürdçe’den, Kürdistan’dan söz edenler çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşıyordu. Bugünse, analarını, abalarını saçlarından sürükleyerek götüren özel timlere, kendilerini duvar diplerine dizip, babalarına ağabeylerine amcalarına işkence yapan özel timlere taş atan çocuklar, “barış olsun” pankartı taşıyan kadınlar, tutuklanıp cezaevlerine konuluyor. Yargının bu konuda hiçbir özeleştiri yapmadığı dikkate değer değil mi?
Üniversitedeyse, ifade özgürlüğü hâlâ aranan bir değer değildir. İfade özgürlüğü olmadan bilim, özellikle sosyal bilimler olabilir mi? İfade özgürlüğü sadece insan hakları kurumlarının, insan hakları savunucularının, basının bir sorunu mudur? Üniversitenin böyle bir sorunu yok mudur? Özgür eleştiri özür tartışma olmadan, ifade özgürlüğü kurumlaşmadan bilim ortamı oluşur mu? Bu konuda, “Türkiye’de Araştırma ve Öğretim Özgürlüğü Uluslar arası Çalışma Grubu’nun (GİT) hazırladığı “Akademide Hak İhlalleri Dosyası” (İstanbul, Haziran 2012) önemli bir çalışmadır.
Barış ortamını oluşturacak olan, devletin, hükümetin Kürdlerle yapacağı görüşmelerdir. Barış ve Demokrasi Partisi şüphesiz önemli bir aktördür. Hükümet, Filistinlilere, Bosna Müslümanlarına, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne gösterdiği sıcak ilginin en azından küçük bir bölümünü Kürdlere de göstermeden barış ortamı oluşabilir mi?
Kürdlerin istihbaratla, MİT’le görüşmesi yanlıştır. Görüşmeler hükümetle yapılmalıdır.
Temel sorun, Cumhuriyet’le birlikte, Kürdlerin inkârıyla, reddiyle, doğal haklarının gasbedilmesiyle ilgilidir. Bu doğal haklar, temel haklar pazarlık konusu yapılamaz. Devlet-hükümet, Kürdlerin bu doğal haklarını iade etmek durumundadır. Sorun PKK ile PKK’nin silahlı olma durumuyla ilgilidir. Bu da Barış ve Demokrasi Partisi ile, Qandil ile, İmralı’da Abdullah Ö calan’la yapılacak görüşmelerle çözüm yoluna konabilir. BDP bu görüşmelerde daha önde, daha etkin olmalıdır.
BDP, devlete-hükümete karşı söylemini yumuşatmalıdır. Devlet-hükümet kibiri bırakmalıdır.
Barış Ortamı Neden Oluşamıyor? (II)
Türkiye’de, barış ortamının oluşamamasını önemli bir nedeni, Batı devletlerinin, ABD’nin tutumudur. Batı devletleri, Avrupa Konseyi’ne, Avrupa Birliği’ne üye devletler, ABD, Kürdlerin mücadelesini her zaman “terör” kavramlarıyle değerlendirmişler, Kürdlerin özgürlük mücadelesini, hak-hukuk mücadelesini anlamamakta ısrarlı olmuşlar bu yolla her zaman Kürdlerin özgürlüğüne karşı durmuşlardır. Kürdleri bastırmaya çalışan devlet terörüne sınırsız destek vermişlerdir.
Batı, Kürdlere karşı tırmandırılan devlet terörüne sınırsız destek vermiştir. Batı, devlet terörüne, basınıyla, üniversitesiyle, hukuk ve yargı kurumlarıyla, sivil toplum örgütleriyle destek vermiştir. Devletler, gerek ikili görüşmelerle, gerek Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği gibi uluslar arası kurumlar aracılığıyla, Türk yönetiminin anti-Kürd tezlerine, devlet terörüne destek vermiştir. Türk yönetimi, devlet terörünü, anti-Kürd tezlerini Batı’nın desteğiyle, hoşgörüsüyle tırmandırmıştır.
Devlet Terörü
30 yıla yaklaşan son savaşta, binlerce köy yakılmış-yıkılmış, milyonlarca Kürd insanı yerinden edilmiştir. Temel geçim kaynakları tahrip edilmiş, ormanlar, bağlar, bahçeler yakılmıştır. Yerlerini-yurtlarını terke zorlanan aileler büyük şehirlerin varoşlarında yoksul bir yaşam sürdürerek hayata tutunmaya çalışmaktadır. Köyünde toprak da var, su da var. Bağların, bahçelerin var. Sen onları kullanamıyorsun. Oralardan sürülmüşsün. Şehirlerin varoşlarında yoksul bir yaşam sürüyorsun…Bu, elbette, çok önemli toplumsal bir sorundur.
Binlerle ifade edilen “faili meçhul” denen cinayet var. Bu cinayetlerin failinin devlet olduğu besbelli bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Evlerinden, işyerlerinden, sokaktan alınıp kaçırılan, işkenceyle yok edilen, muhtemelen öldürülen, bir daha kendisinden haber alınamayan ikibine yakın Kürd var. Doğal olarak aileler bu cesetlere henüz kavuşamamış. Doğal olarak bunların mezarları da yok.
Kaçırılıp işkenceyle öldürülen, bir zaman sonra, köprü altlarında, yol kenarlarında, dağ eteklerinde, vadilerin girişinde cesetleri bulunan yani ailelerin cesetlerine, kemiklerine kavuşabildiği bir mezar yeri olan üçbinden fazla vaka var.
Devlet, “vatandaşım” dediği, “kardeşim” dediği Kürdlere karşı bu kadar ağır cinayetleri nasıl işleyebilmiştir? Bunların hiçbirinin yargıya aksetmediği, çeşitli baskılar sonucu açılan davaların da sürüncemede bırakıldığı, giderek dosyanın kapatıldığı biliniyor.
9 Kasım 2005 gününü hatırlayalım. Bu tarihte iki JİTEM görevlisi, Şemdinli’de, Umut Kitabevi’ne bomba atmıştı. Bomba patlamış, kitabevinde büyük maddi hasara, yangına neden olmuştu. Bomba atanlar, hemen o anda, halk tarafından yakalanmıştı. Özel timlerin, JİTEM görevlilerinin yakalanmasına engel olmak isteyen üçüncü bir JİTEM görevlisi, kitlenin üzerine ateş açmış, bu ateş sonucu halktan bir kişi yaşamını yitirmişti.
Yakalananları karakol teslim aldı ve karakolun arka kapısından serbest bıraktı. Olay Kürdlerin kararlı tutumu yüzünden mahkemeye yansıyınca tutuklandılar. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Umut Kitabevi’ne bomba atmalarından sonra halk tarafından yakalanan JİTEM mensupları için, “onları tanırım iyi çocuklardır, tutuklanmamaları gerekir” gibi bir şey söyledi. O sırada basında, “iyi çocuklar” lafı üzerine çok yorumlar yapılmıştı.
Bu olay üzerine, Avrupa Birliği’nin, Avrupa Konseyi’nin, ABD’nin hiç tepki göstermediği görüldü. Devlet terörünü tırmandıran devletin suçüstü yakalanması, en azından bir kınamaya bile neden olmadı.
Kürd gerillalar örneğin karakol bastıklarında onları kınamak için birbirleriyle yarışa giren Avrupa devletleri, ABD, devlet terörünün böylesine tırmandırılması karşısında suskun kalıyor, hem de suçüstü yakalanma durumu söz konusuyken…
Avrupa Konseyi’ne, Avrupa Birliği’ne üye devletler, ABD, Kürdleri hep, Türkiye’nin isteği üzerine, hep “terör” kavramlarıyla değerlendirmektedir. Kürd/Kürdistan sorunları gündeme geldiğinde, her zaman, sorunları, süreçleri, “terör” kavramlarıyla ele almak esas olmaktadır. Bu da dikkate değer bir durumdur. Fiili olarak yaşanan süreçlerin ve bu değerlendirmelerin birlikte ele alınmasında yarar vardır.
Örneğin,, Newroz günlerini, Diyarbakır’ı hatırlayalım. Kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar yüzbinlerce insan toplanıyor. Newroz’u kutluyor: Böyle büyük bir kalabalık, nasıl, “terörist bir eylem” olarak değerlendirilebilir? Çocukların, kadınları, yaşlıların, gençlerin katıldığı, şarkılar söylediği halay çektiği bir eylem nasıl, “terör” kavramları içinde değerlendirilebilir?
Kaldı ki, aynı günlerde, Van, Batman, Hakkari, Mardin, Bitlis, Siirt, Bingöl, Muş, Kars, Ağrı, Şırnak, Yüksekova, Nusaybin, Kızıltepe, Malazgirt, Patnos, Doğubeyazıt, Karakoçan, Digor gibi illerde, ilçelerde ve beldelerde de, kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar onbinlerde Kürd yine Newroz’u kutlamaktadır. Böyle bir süreç, coşku, nasıl, “terör” kavramlarıyla ele alınabilir? Kürdlerin Newroz’uyla, devlet Nevruz’unun ayrı ayrı bayramlar olduğu biliniyor.
Batı devletleri, “terör” tanımını Türkiye gibi, Türkiye’nin istediği gibi algılamaktadır. Devlet ise, Kürdlerin temel haklarının tanımamak için, Kürdlerin, Kürd toplumu olmaktan doğan, Kürd ulusu olmaktan doğan haklarını tanımamak için mücadeleye, “terör” diyerek uluslararası kamu oyunu Kürdlere karşı örgütlemeye çalışmaktadır. Devlet, hükümet, bu konuda ekonomik olanaklarını, örneğin büyük ihaleleri de kullanarak devletleri kendi yanına çekmekte, kendi görüşlerinin kabulünü sağlamaktadır.
Halbuki “terör” büyük kalabalıklarla gerçekleşen bir eylem değildir. Yukarıda, Şemdinli’de, Umut Kitabevi’ne bomba atılmasıyla ilgili bir örnek verilmişti. Bu tam anlamıyla bir “terör “ olayıdır. Kürd kitleleri korkutmak, sindirmek, yıldırmak için gerçekleştirilmiş bir operasyondur. “Terör” iki-üç kişiyle yapılabilecek bir eylemdir. Bu iki-üç kişi devlet tarafından destekli, donanımlı olursa çok daha büyük işler gerçekleştirebilir. Nitekim JİTEM, Özel Tim, devletin çok yoğun desteğiyle, bir gün Hakkari’de, ertesi gün Diyarbakır’da, birkaç gün sonra da Örneğin İstanbul’da operasyonlar yapabilmektedir. Bunun adı devlet terörüdür. Avrupa Birliği’ne, Avrupa Konseyi’ne üye devletlerin, bunlara gözlerini kapatarak kitlesel gösterileri kutlamaları organize eden Barış ve Demokrasi Partisi’ni, PKK’yi “terörist” ilan etmesi dikkate değer bir kavrayıştır.
Batı’nın bu Kürd karşıtlığı, devlet terörüne yandaşlığı nereden gelmektedir? Bu da tarihsel olgularla irdelenmesi gereken bir durumdur.
Milletler Cemiyeti- Birleşmiş Milletler
1920’leri, Milletler Cemiyeti dönemini hatırlayalım. Kürdistan ve Kürdler, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Halbuki Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra toplanan Paris Konferansı’nda uluslar kendi geleceklerini kendileri tayin etsin, uluslar arasındaki anlaşmazlılar, savaşlara varmadan, barışçıl yollardan çözülsün diye oluşturulmuş bir örgüttü. ABD Başkanı Woodrow Wilson’da “14 Nokta” sının 12. sinde aynı ilkeleri savunuyordu. Sovyetler Birliği yöneticileri de ulusların kendi geleceklerini tayin hakkını en çok konuşanlar arasındaydı. Kürdler ve Kürdistan böyle bir ortamda, bu ilişkilerin egemen olduğu bir ortamda bölündü, parçalandı ve paylaşıldı. Dönemin emperyal devletleri Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın bu konudaki sorumluluğu çok büyüktür. Büyük Britanya ve Fransa, bu süreci Ortadoğu’daki, Türk, Arap ve Fars yönetimleriyle işbirliği yaparak gerçekleştirdiler. Bu konuda Sovyetler Birliği yöneticilerinin onayının alınması da önemliydi.
O dönemde Kürdlerin ayakta olduğunu, Güney Kürdistan’da Şeyh Mahmud Berzenci’nin, “Ben Kürdistan kralıyım” diyerek Kürdler için ve Kürdistan için mücadele ettiğini unutmamak gerekir.
Ama, Kürdler ve Kürdistan bu dönemde hiçbir statü elde edemedi. Bağımsız Kürdistan bir tarafa , sömürge bir Kürdistan’ın kurulması bile düşünülmedi Örneğin, Büyük Britanya’ya bağlı Irak, Ürdün, Filistin mandaları (sömürgeleri), Fransa’ya bağlı, Suriye, Lübnan mandaları (sömürgeleri) kurulurken bir Kürdistan mandasının (sömürgesinin) kurulması düşünülmedi. Bunun, Birinci Dünya Savaşı sonunda yaşanan süreçler içinde değerlendirilmesi gerekir. Neden bir Kürdistan mandasının kurulmadığı incelenmesi gereken önemli bir sorudur. Paris Konferansı ve Milletler Cemiyeti bu yönden incelenmelidir.
Bütün bunlara rağmen, Milletler Cemiyeti, arzu edilen uluslar arası barışı kuramadı. İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine engel olamadı. İkinci Dünya savaşı, birincisinden çok daha kapsamlı ve yıkıcı oldu. Kürdler, İkinci Dünya Savaşı sırasında da ayaktaydı. Mahabad Kürd Cumhuriyeti süreci bu dönemde yaşandı.
İkinci Dünya Savaşı sonunda da, uluslar arası barışı kurmak, geliştirmek için, anlaşmazlıları barışçıl yollardan çözümlemek için bir örgüte duyulan ihtiyaç, yine dile getirildi. Galip devletler için bu çok önemli bir sorun oldu. 1945 de Birleşmiş Milletler böyle doğdu.
Şu konu çok önemlidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyanı siyasal çehresinde çok büyük değişiklikler oldu. Bu değişiklikleri dünyanın her tarafında görmek mümkündür. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce, Afrika’da, sadece iki bağımsız devlet vardı. Habeşistan ve Liberya..Bugün bu sayı 57 dir. Afrika baştan sona, güneyden kuzeye, doğudan batıya sömürgeydi Afrika, 1885 de, emperyal ve sömürgeci devletler arasında yapılan bir antlaşmayla paylaşılmıştı. Bu sömürgeler, 1950’lerin sonlarından itibaren bağımsızlıklarına kavuştular. 1960’larda bağımsızlığa kavuşan sömürgelerin sayısında büyük bir artış oldu… Ama, Kürdistan’da hiçbir şey değişmedi. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, kurulan bu statüko aynen sürdürüldü. Bu statükonu, Kürdlere hiçbir statü vermediği, Kürdistan’ı ve Kürdleri böldüğü, parçaladığı ve paylaştığı besbellidir. Bu anti-Kürd politikanın irdelenmesi önemli olmalıdır.
Birleşmiş Milletler, 1945 de, milletlerin geleceğinin huzuru için kurulmuştur. Ama, Kürdlerin böylesine görmezlikten gelinmesi Birleşmiş Milletler’in temel ilkeleriyle, Birleşmiş Milletler’in özüyle, ruhuyla çelişmektedir.
Birleşmiş Milletler, adı üstünde Milletler. Milletlerin haklarını çıkarlarını koruyacak bir örgüt. Ama hep, devletlerin haklarını ve çıkarlarını savunuyor. Ortadoğu’nun ortasında, ülkesiyle, halkıyla, kendisine hiç sorulmadan bölünen, parçalanan, Kürdler ve Kürdistan…Birleşmiş Milletler her zaman, Kürdleri müştereken yöneten devletlerin haklarını, çıkarlarını savundu. Ama Kürdleri her zaman görmezlikten geldi Kürdleri bu devletlerin, haklarına ve çıkarların kurban etti.
Yakındoğu İşleri İle İlgili Lozan Antlaşması. Bu antlaşma sürecinin en temel konusu Kürdler ve Kürdistan’dı. Ama, Kürdistan hakkında ve Kürdler hakkında kararlar alan bu konferansta Kürdler yoktu. Kürdler konferansa davet edilmemişti. Daha önemlisi, Kürdlerin talepleri, Milletler Cemiyeti kurucularına ve daha sonra da Birleşmiş Milletle kurucularına hiç ulaşamıyordu. Her iki örgütün kurucuları da, Kürdleri dinlememek için büyük bir özen gösterdi.
Milletler Cemiyeti, hiçbir zaman, Kürdleri, Kürd isteklerini dikkate almadı. Her zaman Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın çıkarların gözetti. Büyük Britanya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Kürdistan üzerindeki haklarını mandası, (sömürgesi) Irak’a, Fransa, Kürdistan üzerindeki haklarını mandası (sömürgesi) Suriye’ye devretti. Bu, özel hukukdaki miras hakkının devredilmesi gibi bir şeydi.
Avrupa Konseyi-Avrupa Birliği
Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği gibi kurumlar, demokrasinin gelişip kök salması için düşünülmüş ve yaşama geçirilmiş kurumlardır. Bugün de demokrasinin, özgürlüklerin güvenceleridir. Ama, Kürdlere, Kürdistan’a karşı uygulanana politikalar Avrupa Konseyi’nin, Avrupa Birliği’nin, özgürlük, eşitlik, demokrasi, ifade özgürlüğü gibi temel değerlerine yüzde yüz aykırı politikalardır.
Bugün Kürdlerin Ortadoğu’daki nüfusu 40 milyondan fazladır. Ama, 40 milyon Kürd’ün uluslar arası ilişkilerde küçücük bir siyasal statüsünün olmaması Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler gibi kurumları düşündürmelidir.
47 üyeli Avrupa Konseyi’nde, nüfusu 30-40 bin olan devletler vardır. 27 üyeli Avrupa Birliği’nde, nüfusları bir milyonun altında olan devletler vardır. Bu gerçekler ortadayken, Ortadoğu’daki nüfusu 40 milyonun üzerinde olana Kürdlerin statüsüz bırakılması kabul edilebilir mi? Şurası açık ki, bu devlerin devlet olma hakları ellerinden alınsın denmiyor, sadece, bu hakkın Kürdlere neden kıskanıldığı üzerinde duruluyor. Güney Kürdistan’da, 2003’den sonra kurulan Kürdistan Bölgesel Yönetimi farklı bir konudur. Ayrıca değerlendirmek gerekir.
27 üyeli Avrupa Birliği’nde, sadece, Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin, İtalya’nın, İspanya’nın nüfusları Kürdlerin Ortadoğu’daki toplam nufuslarından fazladır. Belki Polonya’nın Kürdlerinki kadar nüfusu vardır. Geriye kalan 21 AB üyesi devletin nüfusları Kürdlerin Ortadoğu’daki toplam nüfuslarından çok çok azdır.
Yukarıda sözü edilmeye çalışılan devletlerin bazılarının ülke genişlikleri de Kürdistan’ın bir beldesi kadar bile değildir.
Bütün bunların ötesinde, bu devletlerin önemli bir kısmının hiçbir bedel ödemeden devlet statüsüne eriştikleri görülmektedir. Kürdlerin, Kürdistan’ın ise, 200 yıldır yürütülen özgürlük mücadelesinde milyonlara varan kayıpları vardır..Hala, uluslar arası toplum tarafından kabul edilen ciddi bir statü sahibi olamaması, varolma ve özgürlük mücadelesinin “terör” olarak değerlendirilmesi dikkate değer bir durumdur.
Bugün dünyada 208 devlet vardır. Bunlardan 192 si Birleşmiş Milletler’in de üyesidir. Bu devletlerden çok büyük bir kısmını nüfusu bir milyonun altındadır. Avrupa Birliği’ne, Avrupa Konseyi’ne, İslam Konferansı’na, Afrika Birliği’ne, üye, böyle onlarca devlet vardır. Kürdlerinse, bu kadar büyük nüfusa rağmen, bölünmüş parçalanmış ve paylaşılmış kalması, statüsüz kalması Birleşmiş Milletler’i yakından düşündürmelidir
Kürdlerin Geleceği
Ortadoğu’da herkes silahlıdır. Hasmı çok olan Kürdlerin buna ihtiyaçları daha büyüktür. Türkiye’nin, Suudi Arabistan’ın Katar’ın, Suriye muhalefetinin, Hür Suriye Ordusu’nu hızla ve yoğun bir şekilde silahlandırdığı bir ortamda, Kürdlere, PKK’ye, “silahlarınızı bırakın” demek yanlıştır. Kürdlerin haklarının, isteklerini karşılanması önemli olmalıdır. Doğru olan budur.
Kürdler elbette bağımsız Kürdistan’ı savunmalıdırlar. Ama bugün, en azından federasyonu savunmalıdırlar. Gerilla da, federasyonun zabıta gücü, polis gücü, güvenlik gücü olarak düşünülmelidir.
Batı’nın Kürdlere Borcu Çoktur
Dr. Ali Şeraiti, (1933-1977), Medeniyet ve Modernizm, (4. bs. Bir Yayıncılık, İstanbul 1985) isimli eserinde, medeniyetlerin oluşumunda kıtarlararsı göçlerin, nüfus hareketlerinin rolünü tartışır. Yunan medeniyetinin, Kuzey Mezopotamya’dan, Yunanistan’a giden Kürdlerle başladığını vurgular. (s.57, s.63) Ksenfon’un söz ettiği Onbinlerin Mezopotamya’ya seferi ve dönüşleri, (M.Ö. 400) İskender’in Mezopotamya, seferi (M.Ö. 333-323) değerlendirilmesi gereken süreçlerdir.
Yunan tarihçisi Plutarch (46-120) Roma’da, daha doğrusu İtalya’da, köleliğe karşı iki yıl süreyle (MÖ. 73-71) güçlü bir şekilde ve onbinlerce köleyle birlikte mücadele veren Spartaküs’ün bir MED prensi olduğunu vurgular (x)
(x) Kamuran Melekendi ve Aso Zağrosi gibi yazarlar, www.newroz.com da yazdıkları yazılarda, Yunan tarihçisi Plutarch’ın (M.S. 46-120) bir eserinden söz etmektedirler. Aso Zağrosi, Roma Gezisi ve Spartaküs’ün Medliği Üzerine (2) başlıklı yazısında (newroz.com 22 Nisan 2011) bu düşüncelerini dile getirmektedir. Hasan Yıldırım, aynı sitede yayımlanan yazısında, Kamuran Melekendi’ya dayanarak aynı düşünceleri gün yüzüne çıkarmaktadır. (21 Haziran 2006)
Yazarlara göre Plutarch, Paralel Yaşamlar isimli eserinde, Spartaküs’ün, (M.Ö. 109-71) Med prensi olduğunu yazmaktadır. Ama Plutarch’ın bu eserini eski Yunanca’dan, İngilizce’ye, Almanca’ya, Fransızca’ya çevirenler, Spartaküs için,“Trakya’dan gelen bir momad”, “Trakya barbarlarından”, “nimudelerden gelen” diye diyerek Spartaküs’ün Medliğini, Kürdlüğünü gizlemişlerdir. Bir çeviride neden böyle tahrifat yapıldığı, üzerinde dikkatle durulması gereken bir olaydır. Bu, Batı Akademyası’nın eleştirisinde önemli bir ipucu olmalıdır. Yazarlara göre Plutarch, eserinde Kardoxi kralının, Roma krallarıyla ilişkilerinden de söz ediyor. Spartaküs Hareketini yenilgiye uğratan Crassus’un, Kuzey Kürdistan’da Partlarla yapılan bir savaşta öldürüldüğünü de söylüyor.
Plutark, Paralel Hayatlar’da, Lucullus’un hayatını ele aldığı bölümde, Kürdlerden, Kürdistan’dan ve Spartaküs’den söz etmektedir. (Hakimoğlu Süleymen Özcan, Kürt Tarihi, Aşiretler ve İsyanları, Kasım 2011, s. 58-59)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.