Üç yıl çalışacağım Bağdat Büyükelçiliği’ndeki görevime, ikinci adam konumunda 14 Eylül 2003’te başladım. Aylar önceki Amerikan askeri müdahalesinin ardından Bağdat’ta tuhaf bir sessizlik vardı. Geceleri Büyükelçilik ikametgahının önünden yeri göğü titreterek tam gaz geçen 60 tonluk M-1 Abrams tankları, seyir füzeleriyle “cerrahi keskinlikle” vurulup belirli yerlerinde gedikler açılmış binalar oldukça gerçeküstü bir ortam yaratıyordu.
Ankara’nın “kurulu düzeninin” ezberi bozulmuş, anti-Amerikancılık tavan yapmış, Irak Kürtlerinin Ankara’ya bağımlılığı bitmiş, 4 Temmuz 2003 çuval vakasıyla Türkiye-ABD ilişkilerinde adeta buzul çağı başlamıştı. Kurulu Düzen, sistem dışından iktidara gelen “İslamcı” AKP’yi de yeniden oyun dışına itmek için dişine tırnağına takmış, elinden geleni ardına koymaz vaziyette ve bu mücadelenin ana sahası olarak Irak’ı seçmiş vaziyetteydi.
Bu itişmenin sonucu olarak TSK perde gerisinden Bağdat Büyükelçiliği’nin kapatılması ve Irak (ama her şeyden önce Irak Kürtleriyle) ilişkilerin Amerikan ordusu Irak’tan çekilinceye dek doğrudan Ankara üzerinden yürütülmesi için bastırıyordu. Dışişleri de her zamanki gibi “kalıcı” olacağını sandığı “gerçek” iktidara oynuyor, elindeki odun en uzun olanın ardına hizalanıyordu. Bir başka deyişle, Irak konusunda TSK askerliğini, MİT istihbaratçılığını yapıyor ama Dışişleri’ne diplomatlığını yapma olanağı tanınmıyordu.
Doğrusu ne Büyükelçilik’te ne Ankara’da Bağdat’ın yeni sahipleri hakkında kimin kim olduğuna dair sağlıklı bir bilgi de yoktu. Boyumun büyük işlere kalkışmama yetmeyeceğini gayet iyi biliyordum. Dönemin siyasi koşullarında Kürtlere erişim mümkün olamayacağından, ABD ordusu peşinden Bağdat’a yerleşen yeni Şii siyasi yönetici figürlerle iletişim kurulmasını denemeye değer olduğunu düşündüm. Mahdut “Şii açılımı” önerimi Büyükelçi kabul edince çalışmaya koyulduk.
Şii oluşumlar arasından o zamanki adıyla İran-Irak Savaşı sırasında Tahran’da kur(dur)ulmuş SCIRI’nin Fransa’da eğitim görmüş Maoist kökenli ekonomist yöneticilerinden ılımlı İslamcı siyasetçi Adil Abdülmehdi ile temas aradım. Doğru dürüst değil telefon fihristimiz, telefon şebekesi de yoktu. Neticede zar zor Abdülmehdi’nin Cadriye semtinde bir evde yaşadığını tespit ettik.
Demir tavında dövülür diyerek havanın karamaya yüz tutmasına rağmen, sefaretin zırhlı servis aracıyla yanıma Kerkük Türkmeni kökenli memurumuzu tercüman olarak alarak Cadriye’ye yola çıktık. Bu semt yüksek okaliptus ağaçlarından ötürü zaten daha karanlıktı. Bir yerde aracımızın önünü eli kalaşnikoflu adamlar kesti. Kendince kişisel muhalefetinden ötürü ve şivelerini anlamadığını iddia ettiğinden tercümanımız da eli silahlı nöbetçilerle anlaşamadığından adamlardan biri dayanamayıp kapıyı açıp beni ortaya itti ve Filistin asıllı şoförümüzü ilerlemesini işaret etti.
Ben solumda gözleri korkudan fal taşı gibi açılmış Türkmen tercüman, sağımda kan ter içinde elinde kalaşnikoflu nöbetçi, önde Filistinli şoför direksiyonda, yanında koruma görevlimiz polis memuru bir müddet gidip, nihayet Bağdat şartlarında müreffeh denecek bir evin önünde durduk. Kapıyı ayağında rugan terlikleri, sakallı, toplu, kısa boylu bir adamcağız açtı. Yüzündeki ifade bizden daha şaşkındı. Bu grotesk sahnelerin ardından beni ve tercümanımızı usullere uygun şekilde hemen girişteki misafir kabul salonuna buyur etti.
“Muhalif” tercümanın dili yine tutulduğundan, Abdülmehdi’nin kendi olduğunu anladığım ev sahibimizle doğru dürüst anlaşmamız bir türlü mümkün olamıyordu. Neden sonra adamcağız bana Fransızca bir şeyler söyledi. Ben de “oh be kardeşim” dercesine Fransızca konuşmaya başlayınca, iletişim sorunu kendiliğinden çözüldü. Gayet neşeli bir sohbet sonrasında, ABD ordusunca belirli kişilere ve Büyükelçiliklere dağıtılmış cep telefonu numaralarımızı değiş tokuş ettik ve gelecek günlerde Büyükelçi’nin bir SCIRI heyetini öğle yemeğinde ikametgahta ağırlaması hususunda sözleştik.
Adil Abdülmehdi başkanlığındaki 5-6 kişilik SCIRI heyeti 14 Ekim 2013 tarihinde öğle saatlerinde Büyükelçiliğimize geldi. Konuklarımızı arabalarından inerken karşıladım. Bahçeyi birlikte geçtik, ikametgah kapısında Büyükelçi’yle buluştuk, birlikte doğrudan yemek odasına geçtik. Mutat veçhile Büyükelçi kısa bir konuşma yaptı, sıra Adil Abdülmehdi’ye geldi. Protokola uygun olarak Büyükelçi ve Abdülmehdi uzun masanın ortasında karşılıklı, ben Abdülmehdi’nin solunda, konukların kıdemli üyeleri Büyükelçi’nin solunda ve sağında oturuyordu.
Abdülmehdi, Büyükelçi’nin olumlu ifadelerine aynı üslup ve içerikle yanıt verirken, tam “Irak’ta artık her şey iyiye doğru gitmektedir” diyordu ki güçlü bir patlama sesiyle pencere kırıldı, cam kırıkları mermi gibi duvarlara saplandı. Ortalığı bir toz bulutu kapladı. Hepimiz tabiatıyla korkmuş ama sakin ve şaşkındık. Abdülmehdi’ye dönüp “iyi misiniz?” dedim. Sol elini dizime koyup, mahcup hatta suçlu bir ifadeyle “biz alışkınız, siz nasılsınız?” dedi.
Büyükelçi “ne yapsak” der gibi yüzüme baktı, “herkesi ‘güvenli odaya’ sevk edelim” dedim. Öğle yemeğinden önceki günlerde ikametgahta güvenli oda olarak yegane penceresiz ve yemek odasına en yakın yer olarak kavı tespit etmiştim. Böylece konuklarımız dindar Şii siyasetçileri ve Büyükelçimizi kava götürdüm. Konuklar şaşkın bakışlarla duvarlardaki raflara dizili içki şişelerine bakarken, izin isteyip durumu kontrol etmek dışarı çıktım.
Yukarıda sözünü ettiğim tankların geceleri tam gaz geçtiği karşı tarafında Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma İngiliz Askeri Mezarlığı olan yola bakan cephedeki arka bahçeye gittiğimde patlamanın etkisiyle ortalığa saçılmış molozların üstünden yolda açılmış insanın yarı beline kadar girebileceği derinlikte bir krater gördüm. Molozlar üç metre yüksekliğinde içe devrilmiş bahçe duvarımıza aitti. Henüz bir gün önce o cephede araç park etmesin diye yaptırıp, yerleştirdiğimiz üç büyük beton çiçek saksısı tuzla buz olmuştu.
Sıkıştırılmış, 1950 başlarında kum tuğlalardan inşa edilmiş ikametgah binamız, yumruk yiyen şişman bir adamın yağlı karnı gibi dalgalanıp öyle kalmıştı. Bahçede, sağda solda yere saplanmış demir parçaları vardı. Sünni Arapların yaşadığı Azamiye semtindeki komşularımızdan bir grup evlerinden çıkmış, yolda “canımız, ruhumuz Saddam’a feda olsun” diye bağırarak dans edip, zıplıyordu.
Patlamayı izleyen günlerde, ABD ordusuna ait bir istihkam birliği gelip Büyükelçiliğimizin etrafını patlamaya dayanıklı keza üç metre yükseklikte beton bariyerlerle çevirdi. Beton bariyerleri üreten inşaat şirketinin sahibi Türk olduğundan onunla temasa geçip, ekstra duvarlar sipariş edip, bütün mahalleyi yerel yetkililere dayanışmadan tek yanlı bir kararla trafiğe kapattık.
İstihkamcılar bu tür görev icra ettiklerinde bir hatıra eşyası sakladıklarını belirtiklerinde, Büyükelçinin onayını alarak patlamada yamulup delinmiş ayyıldızlı Büyükelçilik armamızı “cemile kabilinden” ABDli Albay’a takdim ettim. İntihar saldırılarına ne gibi önlem alınması gerektiğini sorduğumuzda ancak fiziksel engel konulabileceğini ve patlayıcı yüklü aracı kullanan veya intihar yelekli saldırganın kafasını nişan alarak ateş edilmesi gerektiği cevabını verdiğini de hatırlıyorum.
Saldırıyı CNN International anodin, steril görüntülerle “Türkiye Büyükelçiliği’ne 200 metre mesafede bir patlama olduğu” şeklinde verdi. Bizim Büyükelçilik’e görüntü alması için davet ettiğimiz yerli medyamız ise görüntü almaya henüz dokunulmamış sofradan başlayıp daha sonra dışarı çıktı ve görüntüleri geçerken aksaklık olduğu için yalnızca sofra kısmı haber merkezlerine ulaştı (veya bana öyle söylendi). Dolayısıyla, Büyükelçi ve bizler ölümden döndüğümüz halde, kurulu düzenin borusunu öttüren necip matbuatımız “monşerler, Bağdat gibi savaş alanında bile şatafatlı hayat tarzlarından feragat etmiyor” yollu yayınlar yaptı.
Oysa Büyükelçiliğimize yapılan intihar saldırısı, o güne dek bir yurtdışı misyonumuza yönelik bu şekildeki ilk ve yegane eylemdi. Bağdat’ta bizden evvelki aylarda, önce Ürdün Büyükelçiliği sonra BM Temsilciliği hedef alınmıştı. Türkiye üçüncü olmuştu. Bundan tam bir ay sora 15-20 Kasım 2003 tarihlerinde İstanbul’da benzer intihar saldırıları HSBC bankası, İngiltere Başkonsolosluğu ve iki sinagogu hedef aldı ve 50 vatandaşımız ile İngiltere Başkonsolosu hayatlarını kaybetti.
Ben, ne şans eseri hiç bir kayıp vermediğimiz bu naklettiğim olayın gerektiği şekilde üzerine gidildiğine, ne izleyen İstanbul saldırılarıyla bağlantısının araştırıldığına kani olmadım. Kişisel değerlendirmem, Ankara’nın “kurulu düzeni” bu saldırıyı Bağdat Büyükelçiliği’ni tahliye edip, Irak dosyasının idaresini merkeze çekmek için fırsata çevirmeye çalışırken, dönemin Başbakanlık Başdanışmanı Davutoğlu ve (o “kurulu düzenin” her yolu deneyerek oyun dışına itmeye çalıştığı) siyasi iktidarın ise Sünni Arapların bize düşmanlık gütmemesi gerektiği hattından hareketle hasıraltı etmeye gayret ettiği yönünde kaldı.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.