İstatistiklere bakılırsa, dünyanın “en az okuyan” ama “en çok konuşan” toplumlarından biriyiz. Okumak, görsel, zihinsel ve düşünsel bir süreçtir; bir efor ister. Onda, etkilenme, şekillenme, yönlenme ve yüklenme söz konusudur. Peki, ya konuşma? (Biyolojik-fizyolojik mucizeliği bir yana) Yum gözünü, aç ağzını!.. Aklına eseni söyleyebilir, diline geleni dökebilirsin. Dildir bu, kemiği yoktur ya! İşte aradaki fark! Öyle bir fark ki, aylarca nota öğrenen birinin piyano tuşlarından çıkarttığı melodi ile hiç bir nota bilgisi olmayan birinin rastgele vuruşlarından çıkan zımbırtı gibidir.
Bilmem, meramım anlaşıldı mı?
Derler ya, “Cahil cesurdur”; evet, bu ülkenin “okumayan çokbilmiş”leri, –maşaallah– başımıza birer toplum mühendisi kesildiler. Her iş ve gidişe “ayar” vermeye çalışıyorlar. İç-dış siyaset, eğitim ve ekonomi, savaş ve barış hali... Sorulacaksa, onlardan sorulmalıdır. Her biri, birer ulusal/uluslararası teorisyendirler, birer stratejisttirler. “Halk” mı dediniz, o, zaten ezelden sürüdür; memleket meselelerinden ne anlar? Varsın, günlerini gün, gönüllerini hoş etsinler; gerisi mi, boş versinler! Bir parça ekmeği, barınacak bir tüneği bulabiliyorlarsa, şükretsinler; şükretsinler, çünkü bakın, ondan da mahrum yaşayanlar var...
Hâsılı, bu aklı evvellerdir ki, aklımızla alay ediyorlar, geleceğimizle kumar oynuyorlar.
Biraz tasvir edelim: Yer yumuşak, mekân müferrah, karın tok, sıkıntı yoktur. Karşısında ya televizyon var ya da bilgisayar. Bir o kanal, bir bu portal, haber tarar, sörf yaparlar. Nihayet, karar kıldıkları bir-iki haber, bir-iki köşe yazısı, bir-iki görüntü... Kendilerine ilham kaynağı olur. Yazıysa yazıya, konuşmaysa konuşmaya yansır, kendilerine malzeme olur. Günü kurtarır onunla... Sonraki gün mü? Allah kerimdir! Aynı yol ve yöntem tükendi mi ki?! Nasreddin Hoca misali, tel aynı, tambur aynı... İşte çokbilmiş aydınımızın özet bir panoraması...
Evet, okumaz, göz gezdirir; anlamaz, eleştirir; üretmez, tüketir; emek vermez, sömürür...
Bu gün, karadır dediklerine yarın ak, ak dediklerine karadır demeye her zaman için teşnedirler. Çünkü onlar, hakkın ve adaletin, insaf ve vicdanın adamı değillerdir; siyasî konjonktürün, menfaatçi yelpazenin bendesidirler. Bunlar, gördükleriyle değil, duyduklarıyla amel ederler. Kendilerinden bir irade taşımazlar, otoriter iradelere tabidirler. Yüz bin defa “aydınım” da dese, hiç bir ışıkları yoktur, kaçak hatlardan beslenirler. Kendiliğinden bir yükselişleri yoktur, hep gayrın merdivenini kullanırlar; görünürdeki irtifaları ise, özgün değildir; “haysiyet cellatlığı” sayesindedir. “Yüksektekiler”le aynı karede buluşmak, onlar için bulunmaz bir fırsat, unutulmaz bir hatıradır; her fırsatı “ganimet”e, her hatırayı “yatırım”a dönüştürürler.
Meşrepleri, meddahlıktır, çanak yalayıcılığıdır; yükseklerden bir iltifat, bir aylık, belki de yıllık gıdalarıdır. Hani ya, bir hikâye var; Siverek’te, ağanın biri hizmetçisine, “Hey, itim!” demiş; hizmetçi, bu sözü yüksek bir iltifat bilmiş; sevinçten dört köşe olmuş. Eve geldiğinde, hanımı, “Hayırdır bey, seni çok sevinçli görüyorum!” demiş. Cevabında, “Sorma, hanım! Ağam, bu gün ‘itim’ dedi!” demiş; mutluluğunun hikmetini bildirmiş.
Bu masa başı stratejistler, “pireyi deve, deveyi pire göstermek”ten haz duyarlar. Hazlarını da demagojik şarlatanlıklarıyla perdelemeye çalışırlar. Hedef unsurların bir hatasını binler, kendi binler haltlarını ise bire indirirler. Habbeyi kubbe, kubbeyi habbe yaparlar. Gözlerindeki merteği “çöp”, muhaliflerindeki çöpü “mertek” gösterirler. Malum, meşhur bir hikâye var; koyun ile keçi arkadaş olmuş, gezintiye çıkarlar. Önlerine bir dere çıkar; atlamaları lazımdır. Önce koyun dener ve atlar; atladı atlamasına da, keçi kıs-kıs gülmeye başlamış. Koyun, keçiye dönmüş, niçin güldüğünü sormuş. Keçi, “Sorma, koyun kardeş, senin namahrem yerini(kıçını) gördüm de!...” demiş. Koyun dayanamamış: “Behey sersem keçi, benimkisi ayda-yılda bir açılıyor; ya seninkisi? Baksana, yirmi dört saat orta yerdedir; sana kalırsa, bu halin karşısında, gün boyu gülmem lazımdır!” demiş ve arkadaşlığını feshetmiş.
Diyeceksiniz ki, yukarıdaki başlıkla bu söylediklerinin ne alakası var? Olmaz mı? Kerkük’e dair son günlerdeki “karşıt” ve “karşılıklı” konuşmalara baksanıza! Biriler hep “kırmızıçizgi” vurgusu yaparken, olayın “turnusolik” yanı hiç dikkatinizi çekmedi mi? Yıllarca inşa edilen dostlukların, nasıl da bazı hasis hislere feda edildiğini görmediniz mi? Keza, bazı itimatsızların da nasıl mutemet ve muteberleştikleri... Bu çelişkinin temel enstrümanları ne? “Ortak çıkar”lar, “ulusal hassasiyet”miş... Ya dinî, insanî, vicdanî hassasiyetler? Karıştırmayın onları!
Evet, daha dün “mezhepçi”, “hegemonyacı”, “entrikacı” denilerek şeytanlaştırılanların, nasıl da melekleştirildiğine; “kardeş”, “sadık” ve “işbirlikçi” dostların ise nasıl da şeytanlaştırıldıklarına şahit olduk. Göndere çektirilecek kadar “meşrulaştırılan” bayrağın, nasıl da “paçavra” derekesine indiriliverdiğine tanık olduk... Hâsılı, kafalar karışık, tavırlar tutarsız, görüşler istikrarsız, yaklaşımlar istikametsizdir. Politik manevralarla gün kurtarılabilir, ancak bu yaman çelişkilerin hafızalardaki derin izleri zor silinecek gibidir. Denilir ya, “Söz uçar, yazı kalır”; demek yazıp-çizenler, yazıya intikal edenler, aynı zamanda kendi amel defterlerini de doldurmaktadırlar. Amel defterleri, sadece Mahkeme-i Kübra’larca değil, mahkeme-i vicdan ve tarih tarafında da dürülürler...
Çelişkilerin dehşetli dalgalarıyla boğuşan yazar ve entelektüel kadrolar, bir o yana, bir bu yana savrulup durmakta, “istikrarsızlık” ve “istikametsizlik”te sınır tanımamaktadırlar. Hatırlayın, daha yakın zamana kadar FETO’yu yere-göğe sığdırmayanlar, onu Mehdileştirenler bu gün onu Deccalleştirip telin etmiyorlar mı? Evet. Niçin? Öngörüsüzlük ve itidalsizlik... Peki, bu hâl devam etmiyor mu? Ediyor. Niçin? Çünkü okumuyor, sadece dinliyoruz da ondan. “Uydum şeyhime!” deyip, okumayı “efendilerimiz”e bırakıyoruz ya! Bize ne hacet!? Evet, vazifemiz ayıpların teşhiri değil, ancak şöyle bir kaç sene öteye gidildiğinde, kimlerin kimlerle dansı yoktur ki? Her ne ise, biz vicdanın sesi olmaya devam edelim; çağrımız hep istikamet ve itidalden yana olsun!
Peygamberimiz, “Pişman olmamak için, sevgide de, nefrette de ölçülü ol(aşırıya gitme); zira aşırı sevdiğin, düşmanın; aşırı kızdığın, dostun olabilir.”1 demiştir. Bu söz, –şüphesiz– yalnız o günün Müslümanlarına değil, herkese söylenmiştir; hükmü, kıyamete kadar geçerlidir. “Müslümanım” diyenlerin bu sosyal ve ahlakî ölçüden şaşmamaları gerekir. Dün “alkışladığının” bu gün “celladı” olmak, Müslümana yakışmaz. Dün Irak ordusunun eline geçti diye “Kerkük”ten yana sevinç çığlıkları atanların, bu gün şehirde hortlayan Haşdi Şabî siluetinden dehşete kapılmaları; “Eyvahlar!” dercesine pişmanlıklarını izhar etmeleri, “aklıselim” ve “kalbiselim”likle telif edilemez. Hava olayları gibi, kısa süreli bu değişkenlikler, bu çark etmeler, ilim ve ferasetin işi olamaz...
Evet, FETO meselesinde olduğu gibi, ciddi ve kritik bir sınavın verildiği kesindir. Yazılara, demeçlere bakılırsa, birçok yazar ve siyasîlerin, bir kez daha “aşırılık” bariyeriyle karşılaştıkları bir gerçektir. Her gün farklı enstrümanlar; birbiriyle çelişen beyanatlar... Bir bakarsınız sevinç ve umut destanları, bir bakarsınız hüzün ve karamsarlık ağıtları... Gına getirdi doğrusu. Bir de yarın kalkıp da “Dün dündür, bu gün bu gündür” demagojisi yapılırsa, hiç de şaşmam. Çünkü mayamızda var. Diyeceğim o ki, olaylar, yerinde ve objektif olarak incelenmeli, taraflar arası iletişim sağlıklı kurulmalıdır. Yoksa, ajitasyon ve provokasyonların ardı-arkası gelmeyecektir. Yanlış haberler, çarpık analizler, kışkırtıcı yorumlar, hamasî nutuklar daha çok baş yakacaktır; akıbeti ise, dünyada felaket, ahirette helaket olacağı muhakkaktır.
Evet, ta başından beri aklıselim ve vicdanını kenara bırakmayan yazarlarımız yok değildi; ancak politik ve ideolojik bağnazlar, bunları, ya “etnik milliyetçilik”le, ya da “bölücülük”le itham ettiler; etmektedirler. Ederler de; zira bu ülkede yalnızca onlar konuşabilirler, gayrisi, sadece dinleme modunda kalmalıdırlar. Bağnazlık böyledir; at gözlüğü takar, taktırmaya zorlar. Demagoji, hakkı batıl, batılı hak göstertir. Kerkük meselesinde, hükümferma olan bu iki yaklaşım tarzıdır. Ondandır ki, kendileriyle aynı kıbleye dönen kardeşlerine bile, “Ya bizdensiniz, ya İsrail ve ABD uşaklarısınız!” cüretine kapıldılar. Demiştik ya, “Cahil cesurdur”. Hâlbuki sinirle kalkışa geçen bu zevat, “zarar”dan bahseder oldular; hüsranla inişe geçti gibiler. Niye mi? Çünkü elini verdikleri mezhepprestlerin, Haşdi Şabi terörüne hamilik yapmalarıyla kollarına kastettiklerini gördüler. Evet, o Haşdi Şabi ki, Selefî DAIŞ’in Şii versiyonudur; mezhepçi vahşetin bir diğer yüzüdür... Al birini vur ötekine!... Hakikat-i hâl bu iken, bu akıntıya kapılmak, muhafazakâr yazarların, hatiplerin, sitelerin, TV’lerin kârı olmamalıydı diyorum. “Dindarlık” adına, doğrusu tam bir hezimet... Neyse ki, bu Kerkük meselesinde de belirleyici renk ve söylem “millilik” olmuştur; umarım din ve dindarlık fazla zarar görmez.
Kerkük kaosu devam ederken, fırsatı ganimete çeviren uluslararası güçlerin “dâhile” daha çok sokulacakları sır değildir. Kürdlerin “meşru/insanî” ve “ilahî/fıtrî” haklarını “zait” görenlerin, bu sokulmaya, yani emperyalistleri davete zemin hazırladıkları göz ardı edilemez. Bütün kabahati Kürdlere yükleyip kendilerini temize ve temayüze çalışanlar, “meşru” bir iş yapmadıklarını, korkarım ki “Ba’de harabi’l-Kerkük”(Kerkük harap olduktan sonra) anlayacaklar ki, o zaman da iş işten geçmiş olacaklar. Çünkü göz dikilen Kerkük petrolleri, emperyalistleri sarhoş edecek kadar caziptir. “Enerji savaşları” çağında, bunu kolay kolay yedirmeyeceklerini bilmek lazımdır. İyisi mi, ev sahipleri bu işi insanca ve İslâm’ca çözmeye baksınlar. Silah ve sindirmelerin, tehcir ve öldürmelerin çözüm olmadığını, “şiddet tarihi”nden anlasınlar. Her ne şekilde olursa olsun, “ırkçı” ve “mezhepçi” söylemlerin/yaklaşımların, bir numaralı fitne olduğu unutulmasın. Kefereler gelmeden, “kefaretler” ödensin ki, akbabalar gibi leşlerimize konmasınlar...
Sonuç olarak: Yarın işler yoluna girdiğinde, sular durulduğunda, karşılıklı restleşmelerin yerini muhabbet ve dostluk aldığında, birbirimizin gözüne bakacak yüzümüz olsun. Malum yazar ve hatipler tayfası, Yahudileştirdiklerini, “emperyalist uşağıdır” dediklerini, bu sefer yedi suyla yıkama garabeti göstermesinler gayrı. Zorlayıcılığın ters tepiciliğini hesaba katarak, bölge meselelerini kendileri gibi yorumlamayanlara zinhar “Kürtçü” ve “bölücü” yaftasını yapıştırmasınlar. Allah bile, herkesi aynı yaratmamış iken, sizin cenderenize kimsenin “evet” demesini beklemeyiniz! Dünya ve ahiret saadetimiz, bu kabullenmenin derunundadır. Siz siz olun, zora başvurmayınız; tebliğ, temsil ve ikna metodundan şaşmayınız!
İyisi mi, şu ayetler hakemimiz olsun:
“İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen, kötülüğü en güzel tarzda savmaya bak. (O zaman), bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi, candan sıcak bir dost oluvermiş!”2
“Ey iman edenler! Allah için ‘hakkı’ titizlikle ayakta tutan, ‘adalet’ ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi ‘adaletsizliğe’ itmesin. ‘Âdil’ olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”3
Vesselam...
1 (Tirmizî, Birr ve’s-Sıla, 60)
2 (Fussilet, 41/34)
3 Maide, 8
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.