[Gülay Göktürk’ün ayrılma eksenli sorularına geçen hafta kaldığım yerden devam ediyorum.]
Soru: Hiç kimsenin nüfus kâğıdında Kürt ya da Türk yazmadığına göre, [olası bir referandumda] kimler oy kullanacak? Çizilen Kürdistan sınırları içinde doğanlar mı? O sınırlar içinde yaşayanlar mı? Anadili Kürtçe olanlar mı? Yoksa kendini Kürt olarak beyan edenler mi? Kürt anadan Türk babadan doğanlar (ya da tersi): dörtte bir, sekizde bir oranında Kürt olanlar kendilerini ne sayacaklar?
Sadece Kürt olan, Kürtçe konuşan ya da kendisini Kürt olarak beyan edenlerin oy kullanacak olmaları, Kürt olmayan, Kürtçe konuşmayan ya da kendisini Kürt kabul etmeyenlerin oy kullanamayacağı anlamına gelir. Konu ne olursa olsun, böyle bir ayrımcılık, ırkçılıktan başka bir şekilde açıklanamaz. Bir bölgedeki herkesi ilgilendiren bir kararın muhatabı, o bölgedeki herkestir. Aksi yöndeki her türlü uygulama, oy kullanamayanların olası bir ayrılma sonrasında ikinci sınıf vatandaş olmaları için de sağlam bir zemin hazırlar. Aynı şekilde, kimin Türk, kimin (tam ya da sekizde bir) Kürt olduğu da sadece demokrasilerde değil, ırkçı olmayan otoriter rejimlerde dahi ilgisizdir. Bu noktada, ayrılmaya konu olan tartışmaların kimlik merkezli olduğu, dolayısıyla da referandumun bu kimliği taşıyanları esas almasının normal olduğu da öne sürülebilir. Ancak tartışmaların kimlik merkezli olması, bir bölgenin özerkliği ya da bağımsızlığı ile ilgili bir kararı o bölgedeki bir grubun tek başına alamayacağı prensibini değiştirmez.
Soru: Kürtler’e “Türkler’le ayrı mı yoksa birlikte mi yaşamak istiyorsun” sorusu soruluyorsa, hakkaniyet gereği, aynı sorunun Türkler’e de sorulması gerekmeyecek mi? Sandıklar Kürtler’in “birlikte yaşamak” istediğini ortaya koyarken Türkler’den ayrı yaşama isteği çıkarsa o zaman ne olacak?
Ayrılma, merkezî otoritenin bir şekilde kendisini temsil etmediğini düşünen periferilerce dile getirilen bir talep. Dolayısıyla, bu biraz tuhaf bir soru. Diğer yandan, Türkiye’nin doğusunda yaşayanların kendi gelecekleri adına bir karar alarak Türkiye’den ayrılmaları ile Türkiye’nin doğuyu ülkeden ayırması aynı hakka dayandırılamaz. Zira, birinci durum, ülkenin doğusunda yaşayanların kendi kaderlerini tayin etme haklarını kullanmalarına, ikinci durum ise, batıdakilerin, tek taraflı olarak, doğudakileri ilgilendiren bir karar almalarına karşılık gelir. Yani aslında birbirinin mukabili değil zıttı olan iki durum söz konusu. Soru, siyasi değil, sosyal bir çerçevede değerlendirilmeye de müsait –ki sorunun asıl tehlikeli olan yönü de bu. Çünkü yanı başımızdaki insanlarla artık birlikte yaşamama yönünde bir karar almak, onlara ne yapmamız gerektiği sorusunu da beraberinde getirir –ki bu durumda akla gelen en hafif çözüm sürgündür. (Yani kapıyı açtığımız nokta bile bir insanlık suçu.)
Soru: Eğer oylama belli bir coğrafi bölgeyle sınırlanacaksa, o bölge dışında yaşayan Kürtler’in iradeleri hiçe sayılmış olmayacak mı?
Olmayacak. Belli bir coğrafi bölgede yaşayanlar kendileri ile ilgili bir karar alıyorlarsa, o bölgede yaşamayan insanların iradeleri bu konuda neden bahis mevzuu olsun? Aynı ırkı paylaştıkları için mi? Türkiye’yi ilgilendiren bir karar alınırken (sözgelimi) Batı Trakyalılara da danışma ihtiyacı hissediliyor mu? Ya da aslen İstanbullu biri Bursa’ya taşındığı zaman yerel seçimlerde her iki ilde de oy kullanabiliyor mu? Böyle yapılmadığına göre, bazı insanların iradeleri hiçe mi sayılmış oluyor? Eğer kriterimiz ırk ya da köken değilse, öyle olmuyor olmalı.
Sonsöz
Bütün bu soruların iki temel problemi var. Birincisi, siyaseti etnisite temelinde algılamak –ki bu, Türkiye’nin bir türlü kurtulamadığı kronikleşmiş bir hastalık. İkinci problem ise, siyasete dair “çözüm”ler üretirken insan hakları ekseninde neredeyse hiçbir kaygı duymuyor ve savunulan politikaların kimlere ne gibi zararlar verebileceğini umursamıyor olmak.
(Gülay Göktürk’ü bütün bunlarla elbette ilişkilendirmiyorum. Bu yazıda sadece onun sorularını birer çıkış noktası olarak kullandım. Cevaplarım ona değil.)
Mustafa Kemal ve Ahmet Altan notu
Ahmet Altan, 2 Şubat 2012 tarihli yazısında “Mustafa Kemal, bu ülkede seçim kazanabilir miydi” diye soruyor. Bu sorunun cevabı tamamen meçhul değil. Zira 1930 yılındaki (muvazaalı) Serbest Fırka deneyimi esnasında Türkiye’de bir yerel seçim tecrübesi de yaşandı. Bu tecrübeyi önemli kılan, ülke sathında yerel yönetimlerden silineceğini hisseden CHP’nin seçimlere jandarma zoruyla müdahale edip açıktan hile yapmasıdır. Detaylar için bkz.: http://j.mp/1930hile
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.