Almanya ile başlayıp Hollanda’nın tavrı sonucu krize dönüş(türül)en anlaşmazlık her iki tarafın kendi dünyalarında ne denli sıkıştıklarını anlatan bir örnek. Avrupa tarafı Türkiye’nin kendi diasporası üzerinden Batı karşısında pazarlık gücü devşirme gayretlerinden son derece rahatsız. Çünkü bu, bizzat kendi vatandaşı olmuş yüz binlerce Türkiyelinin kendi içinde karşıtlık siyasetine soyunması, sekter tutum alması, cemaatleşmesi ve Avrupa devletlerini de buna alet etmesi demek. Öte yandan aynı Avrupa’nın entegrasyonu becerememesi, giderek asimilasyonu ima eden bir stratejiye kayması ve ayrımcılığın yerleşmesine göz yumması da denklemin diğer tarafı. Belki de göçmenlerin entegrasyonunda aciz kalan ülkeler bugün daha da ‘sinirli’ bir ruh halindeler ve bu duygularını Türkiye karşıtlığı üzerinden ifade ediyorlar.
***
Ancak Avrupa’nın kendi işini iyi yapamaması, Türkiye’nin yaptığını göstermiyor. Çünkü Türkiye hala vatandaşlığı değil kimliği öne çıkaran bir anlayışa, yani fazlasıyla ‘Ortadoğulu’ bir bakışa sahip. Avrupa’yı ziyaret eden hükümet yetkilileri ve siyasiler kendi kimliklerinin doğal parçası olarak gördükleri kurumlara ve mekanlara ziyaret etmekle yetiniyor, Türkiye’deki iç çatışma atmosferini oralara taşıyor ve Türkiyeli göçmenlerin bulundukları ülkelerde kimliksel çıkarları savunmalarını istiyorlar. Oysa bu insanlar söz konusu ülkelerde ya vatandaş konumundalar, ya da vatandaş olmasalar bile devletin bütün imkanlarından yararlanıyorlar.
Geçenlerde yaşanan Diyanet’in imamlarının Almanya’daki Gülen cemaati mensupları ile ilgili fişlemesi bu kopukluğun yansımasıydı. Türkiye açısından bu insanlar FETÖ üyesi ve dolayısıyla darbecilerle bağlantılı. Ancak Almanya açısından bakıldığında bu insanlar suçlu olup olmadıkları hakkında henüz bir ihbar bile alınmamış olan Almanya vatandaşları. Türkiye’nin başka ülkelerdeki ve üstelik artık kendi vatandaşı bile olmayan kişilerle ilgili fişleme yapmasının normal görülmemesi pek şaşırtıcı değil…
Buna benzer birçok olay Avrupalıları şu algı etrafında bütünleştirmiş durumda: Türkiye kendi göçmenlerini Batıya karşı bir şantaj malzemesi olarak kullanmaya çok hevesli… Buna Erdoğan’ın son dönemde kullandığı dili eklediğinizde, resmin karşı taraftan bakıldığında hiç de bizim sunduğumuza benzemediğini idrak edebiliriz. Nazi kelimesinin bilinçli olarak kullanılması tahrik amaçlı olarak görülüyor ve Türkiye’nin şu dönemde özellikle Batı ile çatışma arzusunda olduğu düşünülüyor. Nitekim Erdoğan’ın 16 Nisan itibariyle ‘gerekenin yapılacağına’ dair sözleri de bütün bunların referandumda meyvesi alınacak bir yatırım olduğu şeklinde yorumlanıyor. Avrupa gazete ve haber sitelerinin yorum sayfalarında kısa bir gezinti yapmanız bunu görmeye yeterli…
***
Dahası Hollanda medyasına baktığınızda şunları okuyorsunuz: Hollanda Türkiye’li bakanlara gelmeyin dememiş… Bu hafta bizde seçim var, gelecek hafta sonu gelin demiş. (Nitekim Başbakan Yıldırım da 6 Martta televizyon yayınında 14’ünden önce gidilemeyeceğini söylemişti). Ancak Türkiye ısrarcı ve tehditkar olunca, Hollanda hükümeti de bu tavra karşılık yasak koymuş. Bu arada Türkiye Konsolosluğu’nun Hollandalı makamlara doğru bilgi vermediği, polisi şaşırtmaya çalıştığı da söyleniyor… Bunlara bazı Türkiyelilerin sokak eylemlerinin ardında Türkiye hükümetinin teşviki olduğu izlenimini ekleyin…
Avrupa’ya ‘çakmak’ bizi rahatlatabilir, kısa vadede siyasette istenen gelişmeleri de sağlayabilir… Ancak kendimize dönüp ‘Türkiye ne yapıyor’ diye sormak zorundayız. Çünkü bu gidiş Türkiye’yi ekonomisi, siyaseti ve sosyal düzeni ile birlikte, sanıldığından çok daha kısa sürede duvara da çarpabilir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.