Bugün Türkiye'de ölmek istemeyen bir mazi ile hayata doğmak için çırpınan bir istikbal mücadele halindedir. Milletin selâmeti, bu mücadeleye seyirci kalmakta değil, çarpışan kuvvetleri barıştırmaktadır. (Ali Fuat Başgil)
Cumhuriyet döneminin önemli entelektüellerinden Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik isimli eserine bu sözlerle başlar. Sene 1954'tür. Kendisinin o dönem "çırpınan bir istikbal" için mücadele edenler olarak tanımladığı kesim, günümüzde "ölmek istemeyen bir mazi"nin savunucuları haline gelmiştir; "1923 zindeliği"ne dönmek gerektiğini vurgulamaları da bundandır.
"Ölmek istemeyen bir mazinin savunucuları"ysa o dönemden farklı olarak –maziyle ne kadar hesaplaştıkları tartışmalı olsa da- öncelikle "önlerine bakmak", çağa cevap vermek kaygısını güdüyorlar. Bu sebepten ötürü, asker-sivil ilişkilerinin olması gereken düzeye kavuştuğu, farklılıkların devlet tarafından bastırılmasına engel olunan, çağdaş ve demokratik bir düzenin tesisi için mücadele eden gruplar "ölmek istemeyen mazinin" değerlerini günümüzün değerleriyle barıştırmaya gayret eden kesimin içinden çıkıyor. Yani 1954'e nispetle rollerin bir nevî alt üst olduğunu söylemek mümkün.
Fakat müspet değişimin şartı, günümüzde "ölmek istemeyen mazi"nin asli savunucuları olarak tanımlayabileceğimiz Atatürkçü kesimleri aşağılamaktan değil; bilakis Atatürkçü olanın da olmayanın da hor görülmediği, tüm siyasal söylemlerin masaya eşit şartlarda oturduğu, birinin diğerine zorla kabul ettirilmeye çalışılmadığı bir düzen inşasının arzu edildiğini hissettirmekten geçiyor.
Bu minvalde Cumhurbaşkanı Gül tarafından Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu'nun yönetim kuruluna atanan ancak tepkiler sonucu istifa etmek zorunda kalan Sayın Mümtazer Türköne'nin "Atatürkçü olmayı hakaret olarak algılarım" beyanatını yadırgadım.
Yakın zamana kadar Atatürkçü olmayanın vatandaşlığının sorgulandığı bir ülkede yaşıyorduk. Ancak taşlar yerine oturmaya, demokrasi tesis edilmeye başlandığından bu yana, Atatürkçülüğün, dünya üzerinde, başta neşet ettiği topraklar olmak üzere, dönüştürücü veya ilham verici herhangi bir gücünün olmadığı daha net biçimde görülüyor. Che'nin sırt çantasından Nutuk'un çıktığı efsanesi de Dersim zulmünden Mustafa Kemâl'in haberi olmadığı iddiası da mezkûr yenilmişlik duygusunu telafi etme çabaları olarak görülebilir.
Geçmişten günümüze Atatürkçülük, 'Atatürk' gösterenini siyasalın merkezinde canlı tutmak amacıyla üretilen muhtelif söylemlerin toplamı olarak okunabilir. Özellikle Mustafa Kemâl'in vefâtının ardından 'Atatürk' gösterenine hemen her siyasal hareketin meşruiyet devşirmeye çalıştığı bir gösteren muamelesi yapıldığından, siyasal aktörler bunu yapmaya zorlandığından 'Atatürk' üstünlüğü ve meşruiyeti sorgulanamaz bir gösteren mertebesine yükseltilmiştir.
Ancak Atatürkçülüğün hakaret olarak adlandırılması kadar Atatürk'ün Türköne tarafından "ortak paydamız" olarak tanımlanmasını da yadırgadım. Bir sosyal bilimci olarak Türköne de çok iyi bilir ki Atatürk göstereni hiçbir zaman için tüm toplumun etrafında birleştiği bir simge olmamıştır; sadece koşullar gereği "öyleymiş gibi" yapılmıştır. Yoksa ne Mustafa Kemâl devletin tek hakimi konumuna gelirken sandığa başvurup meşruiyetini halkın elinden alma yolunu seçmiştir, ne de vefâtının ardından tek parti rejiminin meclisi tarafından kendisine verilen "ebedi şef" payesinde halkın herhangi bir dahli veya onayı olmuştur. İktidarının meşruiyetini hiçbir zaman halkoyuna sunmamış bir kişi, vefatından sonra yine millet değil, devlet tarafından "ebedi şef" ilan edilerek siyasalın merkezine temelli olarak yerleştirilmiş bir kişi kültü tüm toplumun ortak paydası olamaz; kim böyle ilan etmiş olursa olsun. Dolayısıyla Türköne'nin yaptığı şekilde, bayrak gibi devletin tüzel kişiliğini temsil eden bir gösterenle kıyaslanması söz konusu olamaz. Devletler de zaten şahıslar nezdinde temsil bulmaz; en azından demokratik olduğunu iddia eden devletler...
Yazılarını takip eden bir okuru olarak Türköne'nin dilin, tarihin ve kültürün bir kişi kültü üzerinden monolitik biçimde tanımlanması amacıyla kurulmuş, 12 Eylül rejiminin ürünü olan bir kurumla beraber anılmayı en baştan reddetmesini dilerdim. Bu minvalde istifasını şerden çok hayır olarak yorumlama taraftarıyım. Zararın neresinden dönülse kârdır diyelim.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.