İnsanlar, başlarını yukarıya kaldırarak seyretmeyi seviyorlar, yukarıya doğru bakıp devletin zirvesindekileri, medyanın zirvesindekileri, sanat dünyasının zirvesindekileri izlemekten hoşlanıyorlar, onların maceralarından heyecan duyuyorlar ama sanırım başlarını aşağı eğerek seyretmekten pek hazzetmiyorlar, yoksulların, işyerlerinde ölen işçilerin, hapistekilerin hikâyeleri onları pek cezbetmiyor.
Hayatın M.C. Escher’in tabloları gibi olduğunun pek farkında değiller.
M.C. Escher’in tablolarında çizdiği merdivenlerin iniyor mu yoksa çıkıyor mu olduğunu kestiremezsiniz, yukarıya doğru gittiğini sandığınız bir merdivenin aşağıya doğru indiğini görürsünüz, göz yanılsamalarına dayanan çizimlerdir onlar.
İnsanların büyük çoğunluğu da “aşağıya doğru” baktıklarını sanırken aslında kendi durdukları yer bakmış olduklarını pek kavramazlar, onların izlemekten hoşlanmadığı maceralar genellikle kendilerinin ait olduğu basamakların maceralarıdır.
Ben çok gençken, İstanbul’un dışında yapılan bir gazeteciler sitesine taşınmıştık, sitenin civarındaki, tek caddesi çamurlu dar bir sokak olan kasabamsı küçük mahallede bir doktor vardı, ufak tefek yaralanmalarda, basit hastalıklarda ona giderdik.
Temiz yüzlü, iyi bir adamdı.
Bir gün babamı hapse attılar.
Askerî hapishanelerde bir süre dolaştırdıktan sonra Sağmalcılar’a koydular.
Bizde babamı ziyarete gidiyorduk.
Ziyaretlerden birinde, “görüşe çıkan” tutuklular arasında o doktoru görmüştük.
O bizi görmezden gelmiş, biz de onu huzursuz etmemek için onu fark etmemiş gibi davranmıştık.
Çok şaşırmıştım.
Benim için hapishane, yazarların, katillerin, hırsızların yattığı bir yerdi, bir doktorun, bir mühendisin, bir memurun oralara düşebileceğini hiç düşünmemiştim.
Herhalde, sonu hapishanede biten o talihsiz olayı yaşayana kadar doktor da benim gibi hapishanelerin yazarlar, katiller ve hırsızlar için olduğunu düşünüyordu.
Başını eğip “aşağıya doğru”, kendisinin de olduğu yere doğru bakmıyordu.
Bu sadece bizim ülkemizde değil dünyanın her yanında biraz böyledir.
Dikkatlerini hapishanelere çekebilmek için çok “olağanüstü” hikâyeler anlatmanız gerekir.
O “olağanüstü” hikâyeler de, bir filmde ilgilerini çektiği kadar gerçek hayatta ilgilerini çekmez insanların.
Hapishaneler, müdürlerin, gardiyanların, jandarmaların, güçlü mahkûmların insafsız pençeleriyle sıradan mahkûmları parçaladıkları cehennemlerdir.
Kaçsan kaçamazsın, dövüşsen gücün yetmez, bağırsan sesin duyulmaz.
En haklı olduğun zamanlarda bile haksız çıkabilirsin.
Döverler, tecrit ederler, görüşü yasaklarlar, “dip kapalıya” atarlar.
Bir de oraya düşen çocuklar vardır.
En büyük kurbanlar da onlardır.
Son olarak Pozantı Hapishanesi’nde çocukların yaşadıklarını gördük.
Medyanın yüksek sesle haykırması toplumun dikkatini bu hapishaneye çevirdi.
Pozantı’da çocuklara “kalem yazmaz” işler etmişler.
Yaptıklarını söylemeye dilim varmaz.
Korkunç işkencelere, saldırılara maruz kalan çocukların çoğunluğu Kürt çocuğu.
Suçları “taş atmak”.
“Taş attı” diye hapislere gönderdiğimiz bu çocuklar, oradaki diğer çocuk mahkûmlarla birlikte hayatları boyu izlerini taşıyacakları korkunç işkencelerle karşılaşmışlar.
Dün Adalet Bakanı, Pozantı’daki 200 çocuğun başka hapishanelere nakledildiğini, hapishane sorumlularının görevden alındığını, haklarında soruşturma açıldığını açıkladı.
Doğru ve sevindirici bir karar.
Ama bu olay, hapishanelerde yaşananlarla ilgili olarak Ankara’dakileri uyaracak bir “alarm sisteminin” bulunmadığını da ortaya koydu, medya devreye girmese belki de orada yaşananları yetkililer hiç bilmeyecek, işkence sürüp gidecekti.
Tabii, on bir on iki yaşındaki çocukların “taş attığı” için mahkûm edildiği bir ülkenin hapishanelerinde dehşet verici işler yaşanır, “taş attılar, hapislerde sürünsünler” diyen bir anlayışın hapishane cehennemlerine yansıyan gölgesi çok daha berbat sonuçlar yaratır Pozantı’da olduğu gibi.
Hapishanedeki çocukların nasıl korunması gerektiğini söyleyecek değilim, bunu zaten bu işlerle ilgili insanlar benden çok daha iyi biliyorlar, uygulamıyorlarsa aldırmazlıklarından, vicdansızlıklarından uygulamıyorlar.
Ama bu rezillikleri esas durduracak olan bizzat toplumun kendisidir, medyasıdır.
“Başını aşağıya çevirip, kendi durduğu yere bakması” gereken insanlardır.
Yukarıları seyredin, oralardaki maceralar heyecanlıdır ama aşağıya da bakın biraz, “taş attı” diye hapislere konulan Kürt çocuklarla da ilgilenin, hayatın darbeleriyle ezilip “suçlu çocuk” haline gelmiş olan küçük mahkûmlarla da ilgilenin.
Aşağılara bakın, orada siz varsınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, sevdikleriniz var.
Korkunç şeyler var.
Sizin yardımınızı bekleyen insanlar var ki o insanlar aslında sizsiniz.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.