En parlak tarihçilerimizden biri, Hakan Erdem geçenlerde bir televizyon programında, Türkiye'de insanların Osmanlı dönemi dendiğinde Kanuni'yi düşündüklerini, geçmişteki hayatı sanki Kanuni'nin gündelik uğraşı içinden anladıklarını söylüyordu.
Oysa o dönemde yaşayan sıradan insanlar için Kanuni, hayat tarzı ve yaşam koşullarıyla büyük çapta bir 'yabancıydı'. Dönemini paylaşırken 'bize' uzak olan bir yöneticinin, asırlar sonra 'bizi' en iyi temsil eden kişi haline gelmesi nasıl açıklanabilir? Belki de Türkiye, Türk kimliğini besleme uğruna, tarihle gerçeklik bağını kaybetmiş bir ülke. Geçmişin sürekliliğini ve çok katmanlı yapısını kavramaya çalışmaktansa, tarihe sembolik kopukluklar ve referanslar üretmek üzere bakıyoruz. Tarih bizler için kimliğimize psikolojik zemin oluşturan bir kategorizasyondan ibaret.
En iyi niyetli olanlar bile gerçekliğin sadece bir bölümü üzerinden kurulmuş, ideolojik süzgeçten geçirilmiş bir olaylar dizisini art arda sıralamanın 'tarih' olduğunu sanabiliyor. Dahası tarih denen şeyin, özellikle zihniyet yapıları ve kurumsal kültür üzerinden bugüne dek gelmiş olduğunu da idrak edemiyor. Böylece bugün devletin yaptığı 'yanlışlıklar' normal kabul edilirken, geçmişte de aynı 'yanlışlıkların' yapılmış olma ihtimali bir hakaret muamelesi görebiliyor. Güncel basit örnekler vermek gerekirse, Genelkurmay'ın 'kara propaganda' sitelerinin içeriğinin tümüyle manipülasyon olduğunu rahatlıkla söylüyoruz. İyi de, bunlardan bazılarının 'Ermeni iddialarına karşı' dizayn edildiğini dikkate aldığımızda, oradaki 'bilginin' de manipülasyon olabileceğini niçin düşünmüyoruz? Veya Genelkurmay'ın darbe hazırlıklarına ilişkin bütün belgeleri imha ettiğini biliyoruz da, İttihatçıların Ermeni tehcirine ilişkin esas belgeleri, yani iç yazışmaları sakladığını mı sanıyoruz? Aksine koca bir partinin söz konusu dönemine ait bu türden tek bir belgenin bile kalmamış olmasını nasıl açıklıyoruz?
Bunlar tarih soruları... Ancak devlet güdümlü Türk milliyetçiliği bu halkın tarih algısını neredeyse tamamen kadük hale getirmiş durumda. Sonuç, 'tarih bilinci' adı altında masalımsı bir hamaset dilinin tarih sanılması, gerçekte ise bizatihi tarih denen karmaşık dünya karşısında bilinçsizliğe mahkûm olunmasıdır. Her şeyden önce tarih denen disiplinin, geçmiş olayların bir tür dizilmesi olduğunu sanıyoruz. Oysa geçmiş olaylar sadece birer tarihsel veridir. Bu olayların iç yapısına girdiğimiz, onları oluşturan sürecin içine oturttuğumuz ölçüde nasıl oluştuklarını anlar ve o olayları birer tarihsel olguya dönüştürürüz. Ancak hâlâ tarih disiplininin bizden talep ettiği adımı atmış değiliz... Bu adım 'niçin' sorusunun sorulmasını gerektirir ve böylece çok katmanlı, çok özneli, iç içe geçmiş, kaotik bir bütünlüğün nedenselliğini sorgulamaya başlarız. Bu uğraş, söz konusu kaotik yapının bazı öğelerini daha fazla önemsememize neden olur ve onu gerektirir de. Böylece aynı geçmişin farklı anlatıları mümkün hale gelir. Namuslu tarihçilik, bu seçimi yaparken kendinize karşı dürüst olmanızı ima eder. Ama öte yandan bunun ne denli mümkün olduğu sorusundan kurtulamazsınız. Çünkü nedensellikleri aradığınız andan itibaren sizin, döneminizin ve nihayet ait olduğunuz bilimsel cemaatin ideolojik bakışı altında tercihlerde bulunur, kafanızdaki değer sistemini geçmişe yansıtırsınız. Bu nedenle namuslu tarihçilik ancak kendisine özeleştirel bakabilen bir tarihçilikle paralel gidebilir. Bu ise kendi ideolojisine ve kendi kimliğine mesafe alan bir tarihçi demektir... Yani Türkiye'de son derece az bulunan bir türden bahsediyoruz.
Bu tabloya bizatihi tarih malzemesinin kendine has sorunsallarını da eklemek gerekir. Acaba bugünü yaşayan bizler, geçmişin dilini, nüanslarını, ilişki giriftliğini ne kadar anlayabiliriz? Bir belgeyi okuduğumuzda onu anlamış olur muyuz? O belgenin niçin yazıldığını ve niçin öyle yazıldığını biliyor muyuz? Bunu bilmediğimize göre, belgenin içeriğinden hareketle tarihsel kişiliklerin niyetini nasıl bilebiliriz?
Türkiye bu alanda maalesef iğdiş edilmiş bir zihne sahip. Belgeleri fetişleştirmenin boyutları, o belgede yazılanların 'gerçekten yaşanmış' olduğu varsayımına kadar götürülebiliyor ve buna tarihçilik deniyor. Oysa belgeleri anlamak için, önce 'gerçekten yaşanmış' olanı inceleyip çözümlemiş olmanız gerekir. Çünkü belge denen evrak, genellikle geleceğe bürokratik iz bırakacak kadar güçlü olabilen egemenlerin, yaşanmakta olana verdikleri tepkilerdir. Ve tahmin edileceği gibi, bu tepkiler 'olması gereken' bir dil içinde ifade bulurlar ama hayata olan etkileri orada yazılanın çok ötesinde sonuçlar ifade eder.
Türkiye'de ortaokullardan Türk Tarih Kurumu'na uzanan resmî ve 'millî' tarihçilik, açıkça söylemek gerekirse, utanılacak ölçüde ilkel bir düzeyde. Çözüm daha çok okumak da değil... Çünkü nasıl okunacağını bile bilmiyor, tarihimsi abuk sabuk anlatıları diğerlerinden ayırt edemiyoruz. Öte yandan bu ülkenin dünya çapında gerçek tarihçileri de var... Ama ezberimizin bozulmasını istemiyoruz. Bilmeden biliyor sayılmanın rahatlığına alışmışız ne de olsa...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.