Anayasa Mahkemesi'nin referandum yasasını görüşmeyi bile reddetmesi gerekirdi. Ama öyle olmuyor. Mahkeme karışmaya, siyaset yapmaya hevesli görünüyor
Ve benzer olaylarda hep aynı refleksi gösteriyor:
Koruma refleksini...
Hukuk ilkelerini değil, düzeni koruma refleksini...
Mahkeme tarafından bu gözle masaya yatırılmayan en küçük yasal değişiklik bile olmuyor.
Dünü koruyan bir yapının arkasında biraz karşılaştırmacı bir mantık yatıyor.
Dün ve bugün karşılaştırması, geçen zamanı bozulma olarak görme eğilimi, ideali geçmişte arama ve bugünü yıkarak bu noktaya geri dönme çabası, Türkiye'de "resmi söylem"in ve Anayasa Mahkemesi'nin son dönemdeki kararlarının iyiden iyiye kalbini oluşturur hale geldi.
Bu çerçevede "küreselleşme" başta olmak üzere bugünü temsil eden dinamikler tehlikenin ve hedefin bizatihi kendisi olarak tanımlanırken, "ideal dönem" 1950 öncesi, "tek parti dönemi" olarak karşımıza çıkıyor.
Türkiye toplumsal, siyasal ve ekonomik olarak bu denli hızlı yol alırken, devlet seçkinlerinin bu denli hızla geriye gidişi, hatta 1970'ler, 1980'ler ve 1990'ların "elit ütopyaları"nı bile aratacak hale gelmeleri dikkat çekici bir durumdur.
Bu çelişki aslında Türkiye'nin gerçek krizinin iç yüzünü anlatır bize...
Devlet yapısının ve seçkin zihniyetinin hızlanan değişim çarkına uyum sağlama yeteneğinin iyice bittiğini ve bu doku ve zihniyetin kendi içinde bir bunalım yaşadığını gösterir.
Bu iç bunalım, bugün, Türkiye'ye kapatma davası üzerinden "bir kaos dalgası" olarak yansımaktadır.
Sorun basit değildir: Zira bunalım arttıkça geriye dönüş hızlanmakta, geriye dönüş kesifleştikçe bunalım katlanmaktadır.
Velhasıl daire tam anlamıyla "fasit"tir...
Ve her fasit daire gibi hastalıklıdır.
Şükrü Hanioğlu hastalığı "tarihsizlik" tanısıyla tescil etmiştir.
Sık referans veririz, şöyle der, bir yazısında:
"Türkiye'de çok sayıda entelektüelin kendilerini Kuva-yı Milliye mensuplarına benzeterek zihnen, halen devam ettiği zehabına kapılarak, Kurtuluş Savaşı'na katılmaları bir toplumsal histeriden değil, tarihsizlik fikrinden kaynaklanmaktadır. Bu anlamda tarih, güncel olabildiği kadar güncel de tarih olabilmekte, meselâ bir iktisadî özelleştirme girişimi 1919 koşulları çerçevesinde ele alınabilmektedir. Bu zihniyetin içselleştirilmesi, âdeta tabiî bir refleks olarak algılanması sorunun derinliğini artırmakta ve bertaraf edilmesini güçleştirmektedir..."
Devlet seçkinleri dünyasında bir yer tutsa da, siyasal ve toplumsal olarak sınırlı bir azınlığı temsil eden marjinal bir anlayıştır bu...
Laik kesim içinde dahi azınlık olan bu grup açısından laiklik, bir ilkenin, bir kimliğin ötesinde, 'düzeni koruma' ve 'bozulanı yeniden kurma' güdüsü haline dönüşmüştür.
Değişime ve zamana karşı topyekûn ve sürekli seferberliği ifade eder hale getirilen, laiklik ilkesi 'anti-emperyalizm', 'ulusçuluk', 'AB'ye karşıtlık', 'sivilleşmeden endişe', 'demokratikleşmeye mesafe' gibi tutumlarla beslenmekte, bunlarla iç içe sokulmakta ve yukarıda belirtildiği gibi bütüncül bir siyasi proje haline dönüşmektedir...
Anayasa Mahkemesi'nin önündeki sorun da budur...
Ulusalcı ideolojinin savunusunu üstelenen bir koruma mahkemesi mi olacak yoksa çağı yakalayan bir hukukçular heyeti mi?
Anayasa Mahkemesi son sınavlarını veriyor.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.