Bir kitabı elime alıp da daha ilk sayfasında “evet, işte bu” dediğim satırlarla karşılaşmak büyük heyecan verir bana. Zihnimde savrulan fikirlere akacakları bir yol verdikleri ya da içimde sancılanan hislere bir isim koydukları için o satırların yazarlarına minnet duyarım. Elimden böyle çokça tutan yazarlara da “ömrümün ustaları” derim.
Meselâ dün gecenin sonunda, yatmaya hazırlanırken, Guillaume Apollinaire’in İki Kıyının Avaresi adlı kitabına takıldı gözüm. Raflardan taşmış kitaplar yığınından çekip aldım onu. Hikâyeler anlatır bu küçük kitapta yazar; kendi kendine konuşurcasına adeta, sıradan cümlelerle!
İlk hikâyenin ilk satırlarını okur okumaz, o büyük heyecanı yaşadım yine. Evet, budur işte, bu kadar basit: “İnsanlar, hiçbir şeyden, keder duymaksızın ayrılmazlar; kendilerini en çok mutsuz eden yerleri, şeyleri, insanları bile acı çekmeksizin bırakmazlar.”
Aslında Apollinaire, “ömrümün ustaları”ndan sayacağım kadar okuduğum biri değil ve aslında bu sözlerin şimdi yazmayı düşündüklerimle de pek alakası yok! Olsun, ben yine de aktarmak istedim.
Bugün “hikâye”ye dair bir şeyler yazma niyetindeyim. Kitaplarla başladım, öyle devam edeyim.
Evire çevire okuduğum kitaplardan biri, Bizi ‘Biz Yapan Hikayeler adını taşıyor; alt başlığı ise, “Kendimizi Yaratma Üzerine Bir Deneme”. Ayrıntı’dan çıkan kitabın yazarı, William L. Randall!
Yazarın tüm derdini şu cümlelerle özetlemek mümkün: “İnsan, biyolojik değil, biyografik bir varlıktır. Bir kişi olmak, anlatılacak bir hikâyeye sahip olmaktır. Benlik her zaman anlatısal bir yapıdır.”
Biraz daha açalım: “Hikâye yoksa kişi de yoktur. İnsan kendi hayat-hikâyesi olan, bu hikâyeye sahip olan ve bu hikâyeyi anlatabilen bir şeydir.”
Kitap boyunca bunun neden ve nasıl böyle olduğunu anlatır Randall! Kendimi ufuklar arası seyahate çıkmış gibi hissederim kitabı okurken.
Peki, bir insan kendini en iyi nasıl anlatabilir? Bu soruya en güzel cevaplardan birini, anlatma sanatının büyük ustası Ignazio Silone vermiştir. Fontamara, bu cevabın anıt romanlarındandır benim için.
Silone, “Güney İtalya’nın en fakir, en geri köyü” olarak tanımladığı Fontamara halkının faşizmle tanışmasını ve direnişini son derece yalın bir dille anlatır bu nefis romanda. Romana bir de “önsöz” yazmıştır. Yerim yetse tamamını aktarırdım, bari elimden geldiğince özetlemeye çalışayım.
Burada, Fontamara’yı ve halkını tanıtmak ister Silone. Mesela der ki, “Kimse Fontamaralıların İtalyanca konuştuğunu sanmamalı. İtalyanca bizim için mekteplerde öğrenilen Latince, Fransızca yahut Esperanto gibi bir şeydir.”
Sonra hikâye anlatmanın bu halk için ne anlama geldiğini anlatır: “Hikâye anlatmakla, bizim eski sanatımız olan dokumacılık arasında fark yoktur. Bunlardan birincisi, kelimeleri, cümleleri, satırları, çehreleri birbirine bağlamak sanatı ise; öteki de iplikleri ve renkleri, temiz, tertipli, devamlı ve manalı şekilde yan yana getirmek sanatıdır.”
Sabahattin Ali çevirisiyle Toplum Yayınları’ndan 1943’te çıkan ilk Türkçe baskıda Önsöz, “Herkesin kendi işini kendi yolunda anlatması doğru olur” cümlesiyle biter. Romanın Türkçe çevirisinden çok zaman önce bir vesileyle okuduğum Almanca nüshasında, buna karşılık gelen cümlenin altını zihnimde şöyle çizmiştim: “Herkes kendini en iyi kendi tarzında ifade eder.” Romanın İtalyancasında cümlenin nasıl geçtiğini bilmiyorum, ama sanki böylesi, önsözün bütününe, romanın ruhuna ve Silone’nin iç diline daha uygun düşüyor.
Evet, bu yazıyı yazdığım şu gün, yani 21 Şubat, Dünya Anadili Günü olarak kabul edilir.
Nedir ki anadili? İnsanların bırakın kendilerini en iyi ifade etmede, sadece ifade edebilmede, yani kendi benlikleri ve başka benliklerle ilişki kurabilmede kullanacakları en doğal parçalarıdır.
Anadilini yasaklamak, insanların hikâyelerini, yani benliklerini gasp etmeye yeltenmek demektir. İnsanların varoluşlarına ve benliklerine ağır bir saldırıdır anadilini yasaklamak, aslında apaçık “bir insanlık suçu”dur.
Bu suç bu ülkede on yıllarca işlendi. Bu topraklar bu yüzden “yaralı benlikler ülkesi” haline geldi. Belki “benliği yaralı bir ülke” desek daha doğru olur; zira birilerinin anadilini yasaklamak, o toplumun tümünün hikâyesini çarpıtmak sonucunu doğurur.
“Şimdilerde böyle bir yasak kalmadı, o halde sorun da kalmadı” diyenler az değil! Yasakların tamamen kalkmadığını biliyoruz, ama mesele sadece yasaklamamaktan ibaret de değil zaten! Mesele, anadilinin bütünüyle özgür olması meselesidir. Bunun için de, insanların anadilleriyle büyümelerini, anadillerinin içinde yaşamalarını ve anadillerini hayatın her anında geliştirmelerini sağlayacak hukuksal, siyasal ve toplumsal şartları yaratmak lazım.
“Kendini kendi tarzında anlatma hakkı”nın ön şartı, kendi anadilini istediği gibi yaşama özgürlüğüdür, şüphesiz anadilinde eğitim hakkı da buna dâhildir, hatta bunun vazgeçilmez unsurudur.
Bu hakkın tanınması, anadili Türkçe olanları da rahatlatacak, herkese daha fazla özgürleşme ve zenginleşme imkânı sunacaktır inanın. Bu hakka sahip olduktan sonra, insanların kendi hikâyelerini hangi dilde ve tarzda kuracakları artık kendi meseleleridir.
Ve işte ancak o zaman, Turgut Uyar’ın şu dizelerini hep birlikte ve her yerde gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz:
kimsenin soyunu sopunu bulmak görevim değil
kendi öykümü düzenlemek yetiyor bana
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.