Amerika’dan ve Türkiye’den alanında başarılı gençleri biraraya getiren bir değişim programı çerçevesinde üç haftadır Amerika’da bulunuyorum. Washington, Reno ve Cleveland gibi Amerika içindeki farklı sosyo-politik bağlamlara işaret eden şehirlerde kalma ve gözlem yapma fırsatı buldum. Bu yazıyı ise New York yolunda yazıyorum.
Bir ülkeyi görmeden evvel oraya dair bildikleriniz “algı” boyutunda kalmaya mahkûm, sanırım. Şimdiyse bu kısa ama yoğun geçen zaman çerçevesinde Amerika’ya dair sınanmaya açık pek çok fikir sahibi olan biri olarak bunların bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum.
Önceden Amerika’yı bireyciliğin had safhada olduğu bir ülke olarak gördüğümden insanların devletle olan ilişkisinde de benzer bir bireyciliğin hâkim olduğunu ve gerektiğinde Amerikalıların, en azından biraz entelektüel olanlarının devlet denen heyulaya eleştirel bakabildiğini düşünürdüm. Ancak Amerika’daki ilk günlerimde bile işin hiç de böyle olmadığını anladım.
Anladığım kadarıyla vatanseverlik (“patriotism”) söylemi demokratından cumhuriyetçisine pek çok Amerikalının kendini angaje edebildiği bir söyleme tekabül ediyor. Bu söylem sayesinde ne olursa olsun devletine karşı merhametle yaklaşan, onun zulümlerini eleştirse bile sert bir muhalefet ortaya koymakta zaaf gösteren bir tür devletçi anlayış haklılaştırılmış oluyor. Sanırım söylememe gerek yok ama bu anlayış özellikle 11 Eylül’den sonra oldukça yaygınlaşmış.
Malumunuz 11 Eylül Amerikalılar için büyük bir travma, zira kendilerini o güne kadar yenilmez, dokunulmaz, zarar verilemez olarak konumlandıran Amerikalılara incinebilirliklerini gösteren nadir tarihsel olaylardan biri olmuş. O yüzden Amerikan bayrağının kamusal görünürlülüğünün artmasından tutun da “dünya üzerindeki en büyük ulus” söylemlerinin Amerikalılar arasında büyük bir biçimde karşılık bulmasına kadar devletçiliğin toplumsal bir olgu olarak yerleşmesine hizmet etmiş. Örneğin devletçi “hassasiyet”lerin yaygın olduğu ülkemizde bile “ulusal gurur” deyimi genelde “faşist bir anlamda demiyorum” gibi şerh düşülerek kullanılırken Amerika’da “national pride” gayet olağanlaştırılan, gündelik hayatta normalleştirilerek kullanılan bir kavram haline gelmiş.
Mezkûr devletçiliğin ve milliyetçiliğin beni en rahatsız eden dışavurumuysa Amerikalıların pek çoğuna hâkim olan “kurtarıcı kompleksi” oldu. Örneğin entelektüel birikim sahibi olduğu intibaını veren bir Amerikalıyla sohbet ederken söz Irak’ın işgaline geldiğinde ve ben “işgal” kavramını kullandığımda bana “Ancak biz Amerikalılar kendimizi daha çok ‘ulusların kurtarıcısı’ olarak görüyoruz” demişti. O anki şaşkınlığım bir yana hem Türkiye’deki savaş karşıtı hareketle hem de 1 Mart tezkeresini reddederek Türkiye siyasal tarihinin yüz aklarından birine imza atan Meclisimizle gurur duyup “ulusal gurur”dan nasiplendiğim ender anlardan biriydi sanırım. Sonradan dış politikada kendine âdeta Mesiyanik bir rol atfeden bu anlayışın demokrat olduğunu düşündüğüm pek çok insanda da var olduğunu görüp daha da hayalkırıklığına uğrayacaktım.
Yine de Amerikalılarla siyaset konuşurken Türkiyelilerle olduğundan çok daha rahat ettiğimi fark ettim. Öncelikle her bir cümlemin karşımdaki tarafından niyet atfedilerek analiz edilmediğini hissetmek ve yaftalanmadığını bilerek diyalog kurabilmek tazeleyici bir deneyim oldu. Ayrıca sanırım nezaket kurallarına ve bireyler arası mesafeye fazla önem verildiğinden tüm muhalifliğime rağmen beni sabırla ve ilgiyle dinleyeceklerini bildiğimden sınırlandırılmamış bir biçimde kendimi ifade etmek de beni rahatlatan olgulardan biri oldu.
Amerika’nın beni şaşırtan ve açıkçası özendiğim yanlarından birisiyse ister cumhuriyetçi ister demokrat, ister solcu ister Tea Party sempatizanı olsun, tüm vatandaşların Amerikan kurucu anayasasına olan bağlılığı oldu. Demek ki bir devlet en başından vatandaşının hakkını koruyan bir biçimde kurulunca o nispette vatandaşının saygısını ve bağlılığını kazanabiliyormuş diye düşündüm. Bu noktadan Türkiye’ye bakınca, ülkemizde bir şeylerin ‘temelden’ yanlış kurulduğuna ve bugün yaşadığımız pek çok soruna da bu yanlışların kaynaklık ettiğine dair olan fikrim pekişti. Anlayacağınız 12 Eylül 2010’u daha şimdiden ve ta buralardan iple çekmekteyim.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.