Dün İMC TV’de Ufuk Uras’la yaptığımız “Gündemin Rengi” programına girmeden önce çoklu ekranlı bir televizyonda, yani birden fazla kanalın izlenebildiği bir televizyonda, aynı anda yayınlanmakta olan üç tartışma programına gözüm takıldı. Birinde Mesut Yeğen Kürt sorunu üzerine konuşuyordu, diğerinde Rober Koptaş Hocalı Katliamı, Ermeni meselesi gibi konular üzerine konuşuyordu, bir diğerinde ise adlarını aklımda tutamadığım bazı Alevi aydınların katıldığı Alevi sorunları konuşuluyordu. İnsan yaşadığı günlük hayata o günlük hayatın merceğinden bakınca nasıl birçok ayrıntı gibi görülen olayı atlıyorsa, tıpkı onun gibi biz de yaşadığımız bu dönüşüm sürecinin ayrıntılarını atlıyor olabilir miyiz diye düşündüm.
Aslında bugünün dışına çıkıp bir yüzyıllık tarih perspektifinden bugün olan bitene baktığımızda hâlâ yüz yıl öncesinin meselelerinin tartışıldığı bir ülke görüyorsak, gerçekten de o ülkede tarihin getirdiği meselelerle toplumun henüz yüzleşmemiş olduğunu anlıyor insan. Yani bir tür dondurulmuş bir ülkeden söz ediyoruz aslında. Birliği oluşturmak için hayalî bir Türklük icat eden “kurucu babalar”, Cumhuriyet’i kurarlarken toplumun diğer geriye kalan farklı taleplerini görmezden gelmeyi tercih etmişlerdi. Bu yeni ülkede ne Kürtler vardı, ne Lazlar vardı ne Çerkesler ve ne de Ermeniler. Herkes Türk’tü ve “Ne mutlu Türk’üm diyene!” idi zaten. Toplumun ortak mayasını ise Müslümanlık sağlıyordu. Bu nedenle de herkes Müslüman’dı ve herkes Sünni idi. Zaten.
Böyle kurulduk.
İmparatorluk toplumunun arta kalanları olarak biraraya gelmiş bu insanların nasıl bir toplum içinde yaşamak istedikleri onlara sorulmadığından toplum hayatı da harala gürele yaşanan bir hayat oldu. Devletin koyduğu ve fakat kendisine sorulmadığından dolayı içselleştiremediği ve bu nedenle de neredeyse hiçbir kurala uymadan yaşayan bir toplum oluşmuştu sonuçta. Ara sıra dikişler atınca, “kurucu babaların” torunlarının toplumu yeniden bir hizaya getirmeleri gerekiyordu ve bu iş on yılda bir olduğundan dolayı da on yılda bir darbe yapmak gerekiyordu.
Ama şimdi bu karşımdaki ekranda “ayrıntıymış gibi” duran kareler aslında bir tür yüzleşme sahneleri değil mi? Bu sorunların aktörleri milyonlarca insanın seyrettiği bu programlarda kendi kimliklerine karşı yapılan haksızlıkları konuşurken aslında yeni bir demokrasiyi de inşa etmiyorlar mı?
Laik kimlik ve AKP düşmanlığı
Bir başka yazının konusu olması gerekir ama kısaca altını çizmek gerekirse bu ülkede solun da eteğinden düşemediği “laik kimlik” siyaseti AKP ve Kürt siyasetinin bu adımına engel olmaya çalışırken “laik” kimliğin bünyesinde olan “irtica” korkusunu da yedekleyerek bir AKP düşmanlığı siyaseti yapmaya girişmiş durumda.
Ama açık olan bir şey varsa benim gördüğüm, televizyon kanallarında kadim sorunlarını konuşan bir Türkiye’nin yürümekte olduğu yolun “daha fazla demokrasi” yolu olduğudur. Bu yolun kesilmeye çalışması ise ara sıra da olsa özgürlükçü ve demokrasiden yana olduğunu söyleyen “laik” kesimin ve onun partisi olan CHP’nin ve kendilerine solcu diyen bazı kesimlerin yapmaması gereken bir iştir bence.
Anlıyorum ki bugün, AKP’nin niyetinin ne olduğuna bakmaksızın çözüm sürecini desteklemek “AKP’li olmak” dönekliğini göze almayı gerektiren bir tavır hâline gelmiş durumda.
Oysa kimsenin AKP’li olması gerekmiyor. Ama herkesin AKP’nin başı çektiği bu harekete destek vermesi gerekiyor. Barış için, özgürlük için, eşitlik ve demokrasi için.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.