Türkiye belki de Cumhuriyet tarihinin en kırılgan hükümeti tarafından yönetiliyor.
Yüzeysel yaklaşımlar ve siyasetin kimliksel okumaları bu tespiti engelliyor, çünkü AKP hükümetinin giderek güçlendiği tezi bizatihi siyasi bir pozisyon olmakla kalmıyor, AKP yandaşları da kendilerini güçlü göstermekten hoşlanıyorlar. Geçmişte hükümetlerin zafiyeti genellikle parti içi ayrışmalardan ve koalisyon dönemlerinde de partiler arası uyumsuzluklardan kaynaklanırdı. 28 Şubat ise 'müesses nizamla' gerilim içinde olan hükümetlerin kırılganlığına örnek teşkil etti. Bugün kendisini söz konusu 'müesses nizama' kabul ettirmiş, uyumlu bir geçişle devleti dönüştürme iradesini onaylatmış gözüken bir hükümet var. Ama bu kabuğun altında son derece tedirgin ve temkinli bir ruh hali yaşanıyor...
Mesele AKP hükümetinin aşılması zor bir ikilemle karşı karşıya olmasıdır. Bir yanda art arda üç seçim kazanmış ve muhtemelen en az iki seçim daha kazanacak bir iktidar bulunuyor. Son anketler oyların yüzde 54 seviyesine yaklaştığını söylüyor. Hükümetin dış politika, ekonomi, sağlık gibi alanlardaki performansı sorulduğunda ise toplumun kabaca yüzde 70'inin bu politikaları desteklediği ortaya çıkıyor. Diğer bir deyişle bazı ideolojik ve psikolojik engellerin yıkılması durumunda, AKP oylarının daha da artabileceğini öngörmek zor değil. Nihayet Başbakan'ın sağlık durumundaki sorunların da bu açıdan olumlu bir etki yarattığını görmekte yarar var. Çünkü laik kesimdeki en koyu Erdoğan karşıtları bile Başbakan'ı bir istikrar unsuru olarak algılıyor ve onsuz bir döneme hazır gözükmüyorlar. Benim tahminim, eğer Erdoğan'ın sağlığını konu eden bir soru sorulsa, toplumun en az yüzde 70'inin bu alanda olumsuz bir ihtimali net bir biçimde ve insani değil, siyasi nedenlerle istemediğini beyan edeceğidir.
Kısacası iktidarda gerçekten de çok güçlü bir hükümet var. Toplumsal desteği yüksek, bakanlıklarda gerekli deneyimi kazanmış, kendi içinde uyumlu çalışabilen ve dünyaya karşı prestiji sağlam bir hükümet... Ancak bu hükümetin 'müesses nizamın' kalbi olan güvenlik bürokrasisi karşısındaki nüfuz etme, yönetme ve denetleme yeteneği çok sınırlı. Güvenlik bürokrasisi dendiğinde, sadece asker, polis ve istihbarat teşkilatlarını değil, yargıyı da katmak gerek. Çünkü yargının temel işlevi daima 'münafık vatandaşlar' karşısında devletin güvenliğini korumak oldu. AKP iktidara geldiğinde, yönetememek bir yana, kendisine her yoldan direnen bir güvenlik bürokrasisi ile çalışmak zorunda kaldı. Zaman içinde Ergenekon davaları sayesinde asker 'asli görevine' dönmek zorunda bırakılırken, yargı reformu üzerinden HSYK ile Yargıtay ve Danıştay arasındaki organik bağ kopartıldı. Emniyet'teki mafyavari derin oluşumlar bir miktar temizlendi ve MİT'in tepe yönetimine hükümete yakın kişiler getirildi.
Ama bu müdahaleler arzu edilen kurumsal ilişkileri ve yapılanmayı yaratmakta yetersiz kaldı. Hükümetin asıl enerjisi son dönemde toplumsal sorunların giderilmesine değil, güvenlik bürokrasisi içindeki çatlakların kapatılmasına hasredildi. Bu ise kaçınılmaz olarak birtakım tasfiyeleri ve kişi tercihlerini zorunlu kılarken, AKP'nin 'keyfi' ve 'otoriterleşen' yönetimine örnek olarak yine bizzat hükümete direnç gösteren çevrelerce tedavüle sokuldu. Bu tablo karşısında bir yol, içinden geçilen durumu açık seçik bir biçimde toplumla paylaşmak olabilirdi. Ne var ki belki bunun bir zaaf işareti olabileceğinden çekinildi, belki de AKP lider kadrolarının aşırı özgüveni meseleyi hallettikleri sanrısını yarattı. Yaklaşık on yıllık bir hükümet etme döneminden sonra topluma dönüp, hâlâ güvenlik bürokrasisini yönetemediğini itiraf etmek ve 'devleti' şikâyet etmek pek uygun bulunmadı...
Ama gerçek buydu... Ve Uludere katliamında, o gerçek kendisini kuşkuya imkân bırakmayacak biçimde ortaya koydu. Çünkü bu olayın 'hata' olması için, çok sayıda kişinin aynı anda neredeyse sayısız hata yapması gerekiyor. Dahası rutin uygulamaya uygun tek bir davranışın bile 'hatadan' dönülmesini sağlayabileceği anlaşılıyor. Kısacası Uludere hükümeti zorlamak üzere tasarlanmış bir tuzaktı ve hükümetin siyasetsizlik tercihi sayesinde başarılı oldu. Buna eklenen MİT müsteşarlarının sorgulanma talebi fotoğrafı AKP açısından daha acil hale getirdi. Çünkü bu iki olay arasında bir bağ oluşmuştu: Uludere katliamının MİT'in yanlış istihbaratı nedeniyle gerçekleştiği öne sürülmüş ve bu bilgi asker kaynaklı olarak medyaya çıkmıştı. Oysa MİT yönetimi ve Başbakanlık böyle bir istihbaratın olmadığında ısrarlıydılar. Bugün geriye bakıldığında böyle bir istihbaratın varlığının önemli olmadığını, çünkü Uludere'deki bombalamanın görerek ve bilerek, diğer deyişle herhangi bir istihbarata ihtiyaç duyulmadan yapıldığını biliyoruz. Sonuçta AKP bu olaylar zincirini bir 'paket' olarak algıladı ve teyakkuza geçti...
Ancak gerçek değişmedi: Toplumsal desteği giderek artan ama güvenlik bürokrasisine hâkim olamayan ve bunu itiraf etmek istemediği ölçüde o bürokrasiyle koalisyona zorlanan bir hükümetimiz var ve önümüzdeki sürecin en önemli siyasi ekseni bu.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.