Milli Görüş hareketinin devlete bakışı her zaman ikircikli oldu. Refah Partisi dönemi bunu bir miktar törpülediyse de İslami kesim devleti bir yozlaşma alanı olarak görmeye devam etti ve ancak takiye yoluyla yönetimin parçası olunabileceği kanaati sarsılmadı. Ama AKP ile birlikte tablo değişti... Çünkü şimdi sadece devletin imkânlarının kullanılması değil, devletin dönüştürülmesi fırsatı da doğmuştu. Öte yandan yine İslami kesimin dini/kültürel anlayışı devletsizliği bir tehlike olarak görüyor, Türk-İslam sentezi ise Müslümanları Türklüğün içinde yeniden kurgulayarak, 'Türk devletinin' korunması gerektiği fikrini pekiştiriyordu.
Bu arka plan AKP'nin devlet karşısındaki konumunu belirli bir hassas dengeye oturttu. Parti hem devleti temsil etmekten, giderek 'devlet' olmaktan memnundu, hem de aynı devleti daha 'dindar' bir kültürel atmosfer içinde yeniden oluşturmak niyetindeydi. Rejimin otoriter laik niteliği veri alındığında, bunun anlamı daha demokratik bir sistemin yaratılmasıydı. Buna karşı doğacak direncin ise darbeye kadar uzanabileceği sürpriz değildi ve nitekim Ergenekon ağının deşifre olmasıyla birlikte, hükümet kendisini bir 'ehlileştirme' misyonuyla karşı karşıya buldu.
Ne var ki söz konusu misyon bir ikilemin de habercisiydi: Devlete hakim olmak ve yönetme kabiliyetini kazanmak, yargı alanında tavizsiz davranmayı ve özellikle personel politikasında radikal adımların atılmasını gerektiriyordu. Ancak bu tür tasarrufların yurtdışındaki siyasi yorumlanması hükümetin otoriterleştiği yönünde oldu. AKP'nin bu ikilemi aşma stratejisi Başbakan'ın 'tereyağından kıl çekmek' metaforuyla anlaşılabilir gözüküyor. Buna göre kılların temizlenmesinin tereyağı kalıbını bozmaması, yani devleti değiştirme çabasının devlet bütünlüğünü zedelememesi gerekiyor. Bu ise yavaş giden, temkinli ve dengeli bir reform sürecini ima etmekte...
Ancak devletleşme meselesinin yarattığı ikilem bu durumla sınırlı değil. Nitekim hükümetin temkinli gitme isteğine rağmen otoriterleştiği kanısının pompalanabilmesi, bu yavaş ve dengeli olması istenen reform sürecinin bile kontrolünün tam olarak hükümette olmadığını hatırlatıyor. Çünkü hem yargı süreçlerinde hem de personel politikasında hükümetin vermek istediği görüntüye uymayan gelişmeler yaşanabiliyor ve hükümet çaresiz kalabiliyor. Öte yandan bu çaresizlik anlaşılır bir durum, çünkü eğer müdahale ederse AKP'nin daha da otoriterleştiğine kanıt oluşturulmuş olacak...
Söz konusu nisbi kontrolsüzlük halini anlamak üzere bir an için Osmanlı'ya bakmakta yarar var. İmparatorluk döneminde siyasi kamusal alan hiyerarşik olarak üç bölümden oluşmaktaydı: Cemaatler içi, cemaatler arası ve devlet içi... Asıl siyaset devletin, yani bürokratik kadroların içinde yaşanır, koruma ve biat müessesesi hizipleşmelere dönüşür ve bunlar bir tür siyasi parti kadroları gibi davranırlardı. Diğer taraftan Osmanlı sistemi meşruiyetini ve hukuksal zeminini İslamiyet'ten aldığı için, 'makbul' mezhep olan Sünnilik üzerinden devlete nüfuz etmek mümkündü. Böylece Sünni cemaat diğerleri üzerinde mukayesesiz bir nüfuz elde ederken, tarikatler ve tekke ağı dünyası da devlet içi siyasetin dolaylı parçası olarak işlev gördü.
Geçmişin uzantılarının günümüzde de takibi, İslami kesimin siyaset yapma biçimine ışık tutabilir. AKP'nin yüksek oy alarak, rakipsiz biçimde iktidara oturması ve devleti de 'ehlileştireceğinin' anlaşılmasıyla birlikte, partinin ve bürokratik mekanizmanın bizatihi 'devletimsi' bir karakter arz etmesi kaçınılmazdı. Bunun anlamı hükümetin 'devlet gibi' davrandığı değil, İslami kesimin AKP'yi 'devlet gibi' algılamaya başlamasıdır. Dolayısıyla nasıl geçmişte Osmanlı devletinin içinde siyaset yolları aranmışsa, bugün de AKP bir çatı olarak görülerek, onun içinde ve onun sağladığı imkânlar çerçevesinde siyaset yolları aranmakta.
Son dönemin popüler konusu olan Gülen cemaati ile AKP karşıtlığını fazlasıyla aşan, bu meselenin kişi ve gruplara salt siyasi hedefler atfedilerek anlaşılamayacağını ima eden, konunun sosyolojik zemininin önemini hatırlatan bir toplumsal dinamikle karşı karşıyayız. Nitekim bugün AKP içinde bu türden bir niteliksel ayrışma çalışması yapılsa, muhtemelen iktidar partisinin birkaç toplumsal 'çember' içinde tüm İslami kesimi kuşatma yeteneğine sahip olduğu ortaya çıkar.
Bu AKP için ilk bakışta olumlu bir tablo gibi gözükebilir ama yine çözümü zor bir ikileme işaret ediyor: Toparlayıcı olabilme oyların artmasını, birçok konuda iç uzlaşmaların sağlanmasını kolaylaştırsa da, bir dizi çatışmanın ve alan genişletme çabalarının da zeminini oluşturuyor. Bugün siyasetin bir bölümü artık AKP içinde yapılıyor ve bunda yadırganacak bir taraf da yok. Ama bu tablo hükümet olmayı da zorlaştırıyor, çünkü devleti dönüştürürken denge kollamak durumunda olan hükümet, aynı süreçte bir de kendi içindeki dengeleri kollamak gibi ek bir yükle karşı karşıya kalıyor ve her ikisinde de kısa vadede çözümsüz olduğunu biliyor.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.