26 Ocak 2014 tarihinde Akit Gazetesi “Risale-i Nur’da Büyük Tahrifat” başlığıyla bir yazı yayınladı. Bu yazı, birileri için birilerine hakaret adına malzeme oldu. Yazıdaki iddialar, muhterem M. Sıddık Şeyhanzade’ye aittir. Şeyhanzade’nin iddiaları yeni değil; en az 30 yıldan beridir savunagelmektedir. Hakaret edenler ise, her zamanki gibi, insaf ve ispat yerine, hakareti tercih ederler; “iftiracı”, “bühtancı”, “deni”, alçak”, “şeytani metotçu”, “teraneci”, “cahil”, “gabi”, “intikamcı”, “Yahudi komitesinin habis planlarına kapılan” vb. tavsiflerle, ağza gelen her türlü hakareti dizerler. Hatta birisi bizzat benim yanımda “Sıddık mıdır, zındık mıdır; bilmem ne menem bir Kürtçü” gibi hiçbir ehl-i imanın ağza almaması gereken bir tahkir ve tezyife başvurdu.
Bu sıraladığım hakaretamiz tavsiflerin önemli bir kısmı A. Badıllı’nın Mufassal Tarihçe’si, cilt-3, s. 1784 ile 1791 sayfaları arasında geçmektedir, arzu edenler bakabilir. Adı geçen ağabeyimiz, Söz Tv ve Uzay Tv’de de aynı kabilden hakaretlerini yinelemiştir. Tabii, kendisinden hiç beklemediğimiz, ilim ve irfanına yakıştırmadığımız hakaretler… Onu takiben bir başka hakaretçi de Ahmet Akgündüz’dür. O da, Akit’in yazısından hemen sonra, kes-yapıştır usulüyle hemen Badıllı Ağabey ve kendisine ait önceki yazılarından derlediklerini cevap adına Risale Haber’de, 27 Ocak 2014’te yayınlattı. Tahkiksiz ve “Risalelerin Tahrif Edildiği İftirasına Cevap” başlığıyla…
Efendim, evvela gerek A. Badıllı ağabey, gerekse ondan cesaret alan Akgündüz Hoca, çok yanlış yapıyor ve ölçüsüzce hareket ediyorlar. Bir taraftan “Risale-i Nur’un ailesi içerisinde bu mesele samimice ve hususi olarak ele alınır, hakperestlik ve kavaid-i şeriata iltizamkarlık duyguları içerisinde tartışılır ve halledilir” diyen bir Badıllı Ağabey, diğer taraftan eline mendili alıp halaya dururcasına yüksek sesle mevzuyu alenileştiren bir Badıllı Ağabey! Ve en az onun kadar mevzuyu el-âleme duyurup polemikleştiren Ahmet Akgündüz! Madem bir “aile” mevzusudur, “aile mahremiyeti” gözetilerek neden iddiacıları çağırıp dinlemiyorsunuz? Ve neden onun iddialarını dikkate alacağınıza hakaret ve aşağılayıcı ifadelerle teşhir ediyorsunuz? Bu yaptıklarınız, Risale-i Nur’un verdiği terbiye ve ahlak esaslarıyla bağdaşıyor mu? Büyüklük bu mudur?
Bizzat Badıllı Ağabey’in 2012’nin Ramazan ayı içinde Barla’da sarfettiği bir sözünü aktarayım: “Evet, kardeşim; maallessef Nurcular arasında bir ırkçı damar Risele-i Nurlara müdahale etmiştir, fikir ve hevesatlarına uygun düşmeyen kelime ve cümlelere müdahale etmişlerdir. Hususan Kürt ve Kürdistan kelimelerine mütehammil olmadıkları için, ilk hedefleri bu kelimelerin tağyir ve tebdili olmuştur.” Aynı Ağabeyimiz’e Emirdağ Lahikası, c.I’de geçen “Ona ‘Kürdî’ denilmesi ve kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali’de (ra) görülen ‘Ya Müdriken’ kelimesinin hazf ve kalbiyle…” diye başlayıp, “hakiki hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mana ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum” cümlesiyle biten paragrafı gösterdiğimde ise, “Evet, bu paragrafın aslı yoktur; ilâvedir. Zira bu mektubun tamamı Zülfikar mecmuasının arkasında olup, orada bu paragraf geçmemektedir” dedi. Yani tahrifatı kendisi de onayladı.
Bir başka ifadesi, “Asar-ı Bediiye”ye dairdir. Malum, Asar-ı Bediiye, Üstad’ın bütün eski eserlerini kapsayan devasa bir kitaptır. Bu kitap, Üstad’ın ağzından ve kaleminden çıktığı gibi neşredilmiştir. Bu neşir şerefi de Badıllı Ağabey ve iki refiki olan Şükrü Aslan ve merhum Molla Zahid’e aittir. Eser, arşivlerden toparlandıktan sonra, Türkiye’de yasak olduğundan, Osmanlıca haliyle Beyrut’ta bastırılmıştır. Bu işte, en aktif rolü Badıllı Ağabey oynamıştır. Ve o sıralarda ismi “Kürtçü”lüğe çıkmıştı. Bu ittihamı da, şu anda enaniyetlerini okşadığı kimseler yapıyordu. Kendisi bizzat, “Üstad’ın ruhunu şad etmek ve tahrifata uğratılan bu eserleri muhafaza etmek adına bu işe giriştik” demişti. Bunun şahitleri başta ben olmak üzere pek çoktur. Şahitlerden bir kısmı vefat etmişlerdir. Peki, neydi bu kitabın hususiyeti? Hiç şüphesiz Kürt ve Kürdistan ifadelerinin en çok geçtiği ve hatta bazı kitapların tamamen Kürtlere hitap ettiğini biliyoruz (Münazarat gibi).
İşte, bu izahatın kendisi, Badıllı Ağabey’in ve onun şimdilerde en büyük hayranı olan Akgündüz’ün ne büyük çelişkiler içinde olduğunu göstermektedir. Çünkü eğer kendilerinin savunduğu gibi, Üstad bu kelimeleri şayet çıkarmış ya da “Şark” ve “Vilayet-i Şarkiye” kelimeleriyle değiştirmişse, o zaman bu Ağabeyimizin Üstad’a sadakat ve teslimiyet gereği Asar-ı Bediiyeyi bastırmamış olması, yani eski halini korumaması lazım gelmez miydi? İşte çelişkinin yamanı budur. Hem Üstad’ı bu kelimeleri değiştirmekle ittiham edeceksiniz, hem de kalkıp onun bu kelimelerle dopdolu olan bu eserlerinin orijinallerini Beyrutta basacaksınız, olacak şey mi? Bu durumda Üstad sizden davacı olmaz mı? Madem son şeklini verdiği bu eserler elimizde olanlardır, o halde ne diye eski hallerinin peşine düşmüşsünüz? Demek, Şeyhanzade Ağabeyimiz haksız değil, isabetli şeyler söylüyor.
Şimdi gelelim Akgündüz Bey’in Sıddık Şeyhanzade’ye yönelik upuzun iddialarına: Sıddık Şeyhanzade, eskiden beri basılmayan, Risele-i Nur Külliyatından çıkartılan kitaplardan bahsederken, mesela Münafıklar Bahsi, Vahhabiler Bahsi, Dokuzuncu Lem’a, Yirmisekizinci Lem’anın Yarısı, Yirmisekizinci Lem’a, Onsekizinci Lem’a, Lemaat’in yarısı vb. risaleler, halen de basılmış değil ve tahrifatçı yayınevleri bu hususta halen körlüğe ve sağırlığa yatmış durumdalar. O halde, Sıddık Bey haklı ve Akgündüz Hoca haksızdır. Akgündüz, önce bu eserlerin niçin basılmadığını ve halen de bastırılmadığını izah etsin; hesabını kendinden ve müsebbiplerden sorsun! Sıddık Ağabeyi tenkit edeceğine kendini hesaba çeksin. Ayrıca “Tahrifat vardır” diyenler için, “Delillerinin tümü rivayet ve rivayet edenler de kendileridir” gibi beylik laflardan da vazgeçsin. Sıddık Ağabey gibi, ben de bunu iddia ediyorum ve bütün iddialarımız kaynaklı ve ispata dayalıdır; boş beleşten konuşanlar taassupçulardır. Benim şimdiye kadar İlkehaber.Com’da yazdıklarım ve bundan sonra da yazacaklarım bunun en güzel ispatıdur. Hakeza, Sıddık bey’in iddialarının altına da imza atarım.
Sıddık için Üstad’ın birinci derecede talebesi değildir gibi bir saplantı da, akıl ve izandan uzak bir iddiadır. Talebelik, sözle değil, pratikledir. Pratikte Nurlara sahip çıkan ve onun hukukunu koruyan Sıddık Abi’dir; en az 40 yıllık Nur Talebesidir ve halen de o minval üzeredir. Siz de 40 yıldır o iddiadasınız, ama 30 yıldır kafayı Üstad’ın Seyyidliğiyle bozmuş ve Üstad’ı Kürtlükten çıkarmak adına kalmadık ahval ve manevraları irtikâp ediyorsunuz. Halen, hicap etmeden, Nurlara reva görülen tahrifat suikastına da malzeme üretiyorsunuz. Bu mudur Nur Talebesi, bu mudur Nurlara sadakat? Böylesi bir Nurculuktan sadece Allah’a sığınırım. Talebe, kardeş ve dost kimmiş, git Mektubat’tan oku, sonra gel endülüjansını uygula!
“Kürdî” yerine “Nursî”, “Kürdistan” yerine “Şark” ve “Vilayet-i Şarkiye” gibi kelimelerin değiştirilmesini sadece 3 kitaba inhisar ettiriyorsunuz. Bu külliyen yanlıştır ve saptırmadır. Bütün Külliyat’ta bu ameliye icra edilmiştir ve yazılarımda bunları belgeleriyle belirtmişim. Üstad’ın Volkan yazıları, Hutbe-i Şamiye, Lemaat, Mesnevi-i Nuriye, Tarihçe, Lahikalar ve hatta Sözler gibi, bütün eserlerde nerelerde bu kelimelere isabet edilmişse tıraşlanmış ya da değiştirilmiş. Buna rağmen, tecavüzattan masun kalmış kimi kelimeler de adeta tahrifatçıların “Üstad değiştirmiştir” yalanlarına inat ve ibret alameti olarak kitapları sayfaları arasında halen durmaktadırlar. Eğer Üstad yapsaydı, hepsini değiştirirdi; madem daha bir kısmı duruyor, demek Üstad yapmamış ve Allah tarafından bir şamar-ı ibret olarak muhafaza edilmişlerdir. Demek Sıddık Hoca haklıdır.
Akgündüz, bu kelimelerin değiştirilmesini, mahkemelerin bunu Kürtçülüğe yorumlayıp halkı Risalelerden uzaklaştırmasın diye Üstad tarafından yapıldığını iddia ediyor. Halbuki mahkemeler onu hep Said-i Kürdî olarak lanse edip o şekilde iddianame ve fezlekeler hazırladıkları halde, Üstad hiçbir zaman “hey, siz ne diye bana hep Said-i Kürdî diyorsunuz; ben bu isimlendirmeyi reddediyorum ve bu günden itibaren ben Said-i Nursî’yim” dememiştir. Said-i Kürdî, Saidü’l-Kürdî, Kürd Gönüllü Kumandanı, Said el-Kürdî gibi isim ve lakaplar gerek sekizinci Şua, gerek sekiz ve Onsekizinci Lem’a, gerek Lahika ve Müdafaatlarında sık sık geçtiği halde, inkâra kalkışmak ne kadar isabetli olabilir? Sadece bir tek yerde, Üstad’ın ifadesiyle “Kardeşlerimin asabiyet-i milliyelerini tahrik için” mahkemelerin kasıtlı olarak bu “Kürdî” vurgusu yapmasına, Üstad tepki göstermiş; “Nursî” soy ismini nazara vermiştir. Bu da o anki habis niyetlilere karşı gösterdiği anlık bir refleksten başka bir şey değildir. Ayrıca, “O Kürt’tür, siz Türksünüz”, “Bir Kürdün arkasında niye bu kadar dolaşıyorsunuz?” kabilinden olan ırkçı telkinlere karşılık, Anadolulu saf ve ümmetçi Türk talebelerin de hiç ehemmiyet vermedikleri de malumdur. Ya siz! Irkçı bir rejimin bile bu inattan vazgeçtiği bir devirde, halen Kürt, Kürtçe ve Kürdistan kelimelerine tahammül edemiyorsunuz. Demek Sıddık Hoca haklıdır.
Akgündüz, Kürd kavmine has olarak, Üstad’ın zikrettiği “Salahaddin-i Eyyübî” ve “Rüstem-i Zal”a mukabil, Türkleri de bu kapsama almak için bizzat “Celaleddin-i Harzemşah” ve “Barbaros Hayreddin”i de ilave ettiğini iddia ediyor. Buna kargalar da güler. Bir sefer bu isimlerin geçtiği yazı hususi olup “Ebna-yı cinsime” başlığıyla geçmektedir. Bu başlığı değiştiren tahrifatçı zihniyet, Üstad’a Üstadlık yaparak, yani haddini tecavüz ederek Celaleddin ve barbaros’u da araya sıkıştırmışlar. Ben de o parçanın hem orijinali, hem tashihli nüshası var ki, sizin bu iddianızı tekzip ediyor. İnşaallah sırası geldikçe bunları neşredeceğim. Hem sonra, Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz gibi cihangirler dururken, Üstad ne diye Celaleddin ve Barbaros gibi asılları itibariyle de Türk olmayan kimseleri zikretsin ki? Kusura bakmayın, yaş tahtaya basıyorsunuz; düzmecelerden ibaret balonlarınızı kendi elerlinizle patlatıyorsunuz.
Üstad’a mal edilen ve güya Divan-ı Harb-i Örfî kitabı için söylediği “Bu tashihli tarzı…” ifadesiyle başlayan mektuptan bahseden Akgündüz, bu mektubun orijinalini yayınlamak zorundadır. Minareyi çalanlar kılıflarını da uydurur misali, bu tür iddialar tatmin etmekten uzak ve efkârı iğfale yöneliktir. Ben de şu anda var olan ve her tarafında Üstad’ın tashihleri bulunan iki Divan-ı Harb-i Örfî vardır; birinin hattatı Ceylan Çalışkan, diğeri ise bir aramada ele geçmiş ve bir vesileyle elime geçen kâtibi belirsiz bir nüsha. Her ikisinde de böyle bir mektup yoktur. Ayrıca orijinal ilk hali de bende mevcut ve aralarında hiçbir fark yok. Bu iddialar şahsî ve infiradidir. Biriler Üstad adına bu tip yazıları tanzim ediyorsa da bunlar bağlayıcı değildir. Zira, biz bu tür meçhul ve imzasız mektupları kabul ettiğimiz takdirde, Üstad’ı kendi kendisiyle çelişen bir kişiliğe büründürmüş oluruz.
Akgündüz’ün “Nüsha farkları” üzerine bir sürü dil dökmesine de anlam veremiyorum. Kaç Üstad var? 90 cilt Arabî eseri hafızasına alan bir Üstad nasıl olur da biribirine ters düşen tashihler yapabilir? Nüsha farkları efsanesinden vazgeçilmeli; sağlam ve tutarlı bir Külliyat’a acilen ihtiyaç var. Bediüzzaman’a farklı kanallardan farklı ilham ve sünuhatlar gelmediğine göre, eserlerinde de farklılıklar olmamalı. Herkesin üzerinde ittifak etmesi gereken bir Külliyat var; o da bizzat onun tashihinden geçip bize miras kalandır. “Nüsha farklılkları”na sığınıp, onun üzerinden yapılan tahrifatlara kurnazca kılıflar bulmaya kalkışmak, sadece tahrifatçıları ve onların yamacılarını kandırabilir. O Üstad ki, tashih ettiği bir eseri başka talebelerine gönderir, onun esas alınarak yeni nüshaların yazılmasını emrederdi. Yoksa Kürdistan’a Şark demek bir nüsha farkı değil, tahrifattır. Çünkü “Ekser enbiyanın Şarkta gelmesi, ağlebi hükemanın Garptan zuhuru…” ifadesini sıkça kullanan Said-i Nursî, herhalde bu Şarkla Kürdistan’ı değil, Âlem-i İslam ve Asya kıtasını kastediyordur.
Sıddık Ağabeyi tenkit eden Akgündüz Bey, musahhah elyazması nüshaların naşirlerin elinde muhafaza edildiğini söylüyor. Maşaallah, hem tahrifata dair bu kadar iddialar ortalıkta dolaşsın, hem bu musahhah(tashihli) nüshalar ortada olmasın. Madem var; neden tıpkıbasımları yapılarak, bu iddialar çürütülmüyor? Çünkü musahhah nüshalar tahrifatçıları değil, Sıddık Şeyhanzade ve emsalini teyid ve tasdik ediyor. Onun için cesaret edemiyorlar. Sonra bizzat kendim Özdemir Ağabey’e dedim: “Madem elinizdeki Latince nüshaları musahhah kabul ediyorsunuz, o halde Üstad’dan kalma ve bunlarla birebir örtüşen bir Külliyat gösterebilir misiniz?” Said Özdemir, cevabında: “Ne gerek var? Bize inanmıyor musunuz?” demekle yetinmişti. Bir tek Münazarat’ın tashihli nüshasını istedim, sadece: “Yoktur!” demekle yetindi. Bu mudur naşirlik, bu mudur varislik? Demek Sıddık Hoca iddiasında haklıdır.
Hulusi, Hoca Sabri, Hafız Ali, Hüsrev Ağabeyler gibi zatların Risale-i Nur’da tasarrufa me’zun(izinli) olduğunu savunan Akgündüz, bu iznin daha sonraları kaldırıldığını iddia ediyor. Bu konuda getirdiği örnekler de daha çok, şerh, izah, tanzim ve imla yanlışlıklarıyla ilgili olduğundan konumuz olan tahrifatın dışındadır; dolaysıyla kendisini destekleyen, Sıddık Hoca ve emsalini nakzeden bir durum değildir. Nur’un saf-ı evvel (birinci derecedeki) talebelerinden merhum Hulusi Yahyagil’den aktardığı ve Üstad’a müteveccihen söylenen “Tabiratınızla, şivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem. Onun için bir harfe dokunmayı azim bir günah işliyorum telakki ediyorum” cümlesi, aslında o me’zun zatların başında gelen bu “sadîkunların” bırakın tahrifat ve tasarrufta bulunmayı, Üstad’ın bir harfine bile müdaheleden nasıl da istinkâf ettiklerini gösteriyor. Ya “haînun”lar ne yaptılar; onlar da babalarının tarlası gibi gördükleri Nurlara, her türlü zehir-zemberek fikirlerini ektiler; faydalı olan birçok mahsulâtı imha ederek, yerine zararlı ve muzır efkâr-ı batılalarını serpiştirdiler. Demek Sıddık Şeyhanzade haklıdır...
Üstad’ın, “Size gönderilen parçada bazı tadilat vardı; nüshanızı onunla tashih edebildiniz mi?” ifadesi ki Akgündüz de yazısında zikrediyor, açıkça gösteriyor ki, yapılacak tashihatlar tamamen Üstad’ın talimatıyla ve gösterdiği şekilde yapılmaktadır. Yani onun tashih ettiği eser(nüsha) esas alınarak diğer talebeler düzeltmelere girişirlerdi. Yoksa kendisi bizzat habersizce yapılan ilave ve çıkarmaları tenkit etmiş; kendi tashihatları esnasında bu müdaheleleri ortadan kaldırmıştır. Mesela, “Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda haşiyecikler yazılsa daha münasiptir. Çünkü metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur” cümlesiyle, Üstad hem nüsha farklılığına açıklık getiriyor, yani olmamasını istiyor, hem de daha o sıralarda bu tür müdahalelerin önüne set çekiyor. Hatta devamında, “ben tashihatımda böyle zararlı ibareleri çok gördüm” demektedir. Zaten Akgündüz de, Hüsrev Ağabey’e tanınan kısmî iznin nasıl sınır tanımazlığa ve istismara mal olduğuna değiniyor. Öte taraftan “Bazı tabiratı değiştirseniz iyi olur” ifadesi de, hem mahdut bir kaç esere ve Arabî ibare ve terkiplere dairdir, hem de zaten kendisi o gün yapmış, ya da yaptırmış, tashih etmiş ve tamim etmiştir. Dolayısıyla o kapı o gün kapanmış olup bunun gündeme getirtilmesi bile abestir.
Nüsha farklarını savunan Akgündüz; Hafız Ali, Bedreli Hoca Sabri ve Kuleönülü Mübarekler Heyeti’nin yazdıkları nüshaların biribirinden farklı olduklarını, ancak bu farkın yeni yazı nüshalarda izale olduğunu söylüyor. Bu doğru değil ve tam anlamıyla bir laf cambazlığıdır. Bir sefer bizzat kendisi bu husustaki serzenişini Sinek haşiyesinde Dost Tv’de dile getirmişti. Mesela Küçük Ali’ye ait olup Yirmiikinci Lem’anın sonunda yer alan haşiye, Yeni Asya baskısında varken, Envar’ınkinde yoktur. Üstad’ın tashihinden geçmiş nüshalarda yokken, tashihsiz nüshalara dahil edilmesi şahsî bir tasarruf değil de nedir? Bu arada Sıddık Şeyhanzade’nin de aynı hatayı işlediğini belirtmeliyim; çünkü sözkonusu haşiyeyi o da Lem’alara almış. Öte taraftan, Akgündüz’e göre nüsha farklılıklarının izale edildiği yeni yazı nüshalar hangi nüshalar esas alınarak bastırıldılar. Bu nüshalar, Üstad’ın tashihinden geçmiş nüshalar ise, bu nüshalar nerede? Neden bastırılmıyor? Neden tıpkıbasımlarına bu güne kadar rastlamış değiliz? Madem bu tartışmalar var; neden tartışmalara son vermek adına piyasaya sürülmüyorlar? Demek, Sıddık Şeyhanzade, iddialarında haklıdır...
Akgündüz’ün, “Manaca bir, suretçe cüz’i değişikliklerin” olduğu eserlerden bahsediyor. Bu nasıl oluyor? Mesela bir örnek veremez miydi? Mesela “Kürd” için “bedevi”, “Kürdistan” için “Şark”, “Fahr olmasın, biz ki Kürdüz” için “Fahr olmasın, biz ki Müslümanız” vb. ifadeler manaca bir midirler? Ne alaka? Kusura bakmayın, yapılanlar düpedüz tahrifattır. Allah aşkına Müslümanlıkla iftihar etmeyecek miyiz? Bediüzzaman adına bu ucube ifadeyi kullanmaya kimsenin hakkı var mıdır? Yüzlerce mana bozucu ifadelerle telvis edilen bir Külliyatla karşı karşıyayız. Külliyat’ın bu tezvirat ve telvisattan arındırılması adına yıllardır feryad eden Sıddık Ağabey ve emsallerine hak vermemek mümkün müdür? Diğer taraftan, Akgündüzün, “Risale-i Nur’un nüshalarını tek tarz yapmak hususunda Hz. Üstad’ın herhangi bir talebi olmamıştır. Nüsha farklarının menşei budur” ifadesi de tam bir kaçamaktır. Farklı Said-i Nursî’ler ve farklı Risale-i Nur’lar mı var ki, bu iddia ileri sürülüyor?
Üstad’ın “Ben tashihatta, hayalen te’lif zamanına gidiyorum, öyle tashih ediyorum” sözü, açıkça tashih ile telifin birbirine muvafık ve mutabık olduğunu ortaya koyarken, Akgündüz’ün ve onun öncesinde Badıllı Ağabey’in “nüsha farklılığına” sarılmalarını nasıl anlamalı, nasıl yorumlamalıyız? Sıddık Hoca, nüsha farklılığı denilen şeylerin aslında tahrif ve Nurlara müdahale olduğunu söylerken, Badıllı Ağabey’in kendisini “vesvese ve şüphe üreten” olarak tasvir etmesi ne kadar insaf ve izana sığar? Kendilerini mutlak doğru ve dokunulmaz statüsüne koyan anlayışların bu güne kadar tahrifat ve tezviratlarda ısrarlarının bir dayanak noktası da Badıllı Ağabey’dir. Kendisi bu cesareti onlara vermeseydi, biraz vicdan ve akl-ı selimini çalıştırsaydı; Nurların hukukunu koruma adına biraz gayret gösterseydi, bu tahrifatçılar bu kadar cüretkâr davranabilirler miydi? Elbette hayır. Hakkın hatırı yerine halkın hatırını sayanlar, satırlara ve sadırlara kıyanların işbirlikçisidir. Bu böyle biline!
Akgündüz, “Eğer bir eserin orijinal nüshaları elde mevcut ise, asla tahriften bahsedilemeyeceğini ehli olan anlar” diyor. Bu söze amenna! Peki nerede o orijinal eser? Bahsini ettiğin eserler şayet Arşiv Belgeleriyle Said-i Nursî kitabının sonuna eklediğin Münazarat ve Divan-ı Harb-i Örfî ise, kusura bakma, kendi kendini nakzediyorsun demektir. Zira o eserler Sıddık Şeyhanzade ve emsalini tasdik etmektedir. O eserlerde Kürd, Kürdistan, Şeriat, Ümmet, Farmason ve Kemalizm vb. ifadeler olduğu gibi, yani ilk şekliyle duruyorlar. Dolayısıyla bu eserleri Badıllı Ağabey’den alıp oraya eklemekle iyi bir hizmette bulunmuşsundur. Bazı çocukça karalamaları ve uluorta çizikleri bir tarafa bırakırsak, geriye kalan hiçbir Kürd-Kürdistan ifadesinin Üstadça karalanıp yerine Şark, bedevi ve Vilayet-i Şarkiye yazılmadığına şahitlik ediyoruz. Artı, sizin yeni yazılardan çıkarttığınız kısımların da burada yer alması ayrı bir sevindirici tarafı... Bununla birlikte, Sayın Akgündüz, bu proje kitabınıza ciddi tenkitlerimizin olacağını da burada belirtmeliyim.
Son olarak, Üstad’ın Medresetüzzehra idealinin, dolayısıyla hem Kürdlerin, hem Âlem-i İslâm’ın geleceğine dair harikulade projesinin sadece o güne münhasır bir teşebbüs olmadığını, ta ömrünün sonuna kadar da o projenin takipçisi olduğunu belirtmeliyim. Üstad’ın “Gaye-i hayalim” dediği bu projeyle Kürdistan’ın ihya olacağı gibi, Âlem-i İslam çapında bir islam Birliğinin de tesis olacağı izahtan varestedir. Selam ve hürmetlerimle...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.