Nobel Edebiyat Ödülü bu yıl, ismi güçlü adaylar arasında pek geçmeyen İsveçli şair Tomas Tranströmer’e verildi.
Doğrusu benim favori adayım Suriyeli şair Adonis’ti.
Dünyanın gidişatı hakkında verdiği söyleşilerden ve hele Kör Kâhin adını taşıyan şiir kitabından bu yana, Adonis’i, hep Nobel’i çoktan hak etmiş biri olarak gördüm.
Ali Ahmed Said Eşber (Adonis), bugün bütün dünyada yaşayan en büyük Arap şairi olarak kabul ediliyor.
‘Adonis’ yenilenmenin sembolü Fenike tanrısına gönderme yapan bir takma ad aslında, ama sıradan bir takma ad da değil kuşkusuz.
Arap şiirinin bu en güçlü temsilcisi, saf bir Arap geleneği olmadığına inanarak yazdı şiirlerini.
Haksız da sayılmaz elbette..
Arap edebiyat geleneği iki bin yıllık bir tarihe sahip.
Oysa Adonis’in şiiri bu gelenekle sınırlı bir mecrada akıp duran bir şiir olmaktan uzaktır.
Yazdığı şiirlerle, Arap edebiyatı ve şiirine ait geleneğin yanı sıra, Sümer ve Fenike uygarlığından geriye kalan her ne varsa, onun da temsilcisi olduğunu göstermeye çalışan bir şairdir Adonis.
Ortadoğu’nun en karmaşık ve hâlâ gerçek anlamını bulamamış, uğruna bunca kahır ve acı çekilen, uğruna kan dökülen ‘vatan’, Adonis için, asla tamamlanmış bir serüven değildir.
Vatan aşk gibidir, şiir gibidir, sürekli yeniden yaratılır, sürekli yenilenir.
Adonis, “Ben naif bir ressam gibi, bilim insanlarının bir gün uyanıp şunu diyeceklerini hayal etmekten hoşlanıyorum –bir daha yaratmayacağız, insan kişiliğine, şiire ve aşka ters olan hiçbir şey icat etmeyeceğiz” diyecek kadar sırtını evrenselliğe dayamış bir şairdir.
İsrailli yazarlarla diyalogu savunduğu için Suriye Yazarlar Birliği’nden atılan Adonis, 1985’ten bu yana Paris’te yaşıyor.
Nobel’in çeşitli komitelerinde –barış, edebiyat, bilim gibi– yer alan insanlar, ödülün verildiği dönemin siyasi süreçlerini ve bu süreçlerin yaratılmasına yol açan sorunları hesaba katarak tercihte bulunuyorlar.
Geçmişte, Güney Afrika’daki ırkçı rejimin sona ermesinde, Mandela ve De Clerk’e barış ödülü verilmesi, bu ülkedeki çatışmanın sone ermesine önemli katkı sağladı.
Her iki lider törene birlikte katıldılar ve Nobel Barış Ödülü’nü birlikte paylaştılar.
Gelenek hiç bozulmadı, barış ödülü, dünya barışına katkı sağlayan sivil toplum aktivistleri, devlet adamları arasında paylaşıldı.
Bu yıl da Yemen ve Liberya’dan üç kadına verilen ödül, ‘Arap Baharına’ verilmiş olarak kabul edildi.
‘Arap Baharı’ kuşkusuz, batılı hükümetlerin ve Nobel Komitesi’nin dikkatini çekmekle kalmıyor, felsefi tartışmaların da temel konusu haline geliyor.
Bu tartışmaların en ilginci de, iki önemli düşünür, Jean-Luc Nancy ve Alain Badiou arasında yaşandı..
Fransa’nın yaşayan en önemli filozoflarından biri olarak kabul edilen Nancy, “Arap Halklarının Bize Gösterdikleri” başlığıyla yayımlanan makalesinde yazdıkları yeni bir tartışmayı başlattı:
“Artık salt Batı’nın kibirli, özgüvenli emperyalist dünyasında değiliz. Yo, bunun nedeni zavallı Batı’nın kendine çekidüzen vermiş olması değil; farklı bir dünyanın peydahlanmasına neden olan bir kaynaşma sürecinin içinde erimekte Batı. Bu farklı dünyada ne günbatımı var ne gündoğumu; dört bir yandan gün ve gece aynı zamanda yaşanmakta ve beraberce yaşamak –hepsinden öte, bizatihi yaşamak– eylemi yeniden keşfedilmek zorunda...”
Jean-Luc Nancy’ye göre, beraberce yaşamak fikrini zorlaştırana, yani diktatöre, Batı’nın yönelttiği şiddet ise meşru ve haklı hale geliyor:
“Sonuç olarak evet halkı katleden alçak katilleri yerinden etmeye yönelik saldırıları dikkatle takip etmeliyiz. Elbette saldırmak gerekli ve tabi ki halka değil, katile.” (Cogito, sayı: 67)
Bu dünyevi ‘beraberce yaşama’yı zorlaştıran diktatöre yani katile saldırmak fikrine, Fransızların bir başka Filozofu, A. Badıou şu sözlerle itiraz ediyor:
“Biz Batı’nın görüş birliği yaptığı fikirlere karşı durmalıyız ve Batı bombacılarının ve askerlerinin gerçek hedefinin sefil Kaddafi olmadığını göstermeliyiz. Bombacıların asıl hedefi, Mısır’daki halkça desteklenen ayaklanmanın ve Tunus’taki devrimin beklenmeyen ve tahammül edilemez karakteri, özerk politikası ve tek bir kelimeyle özetlemek gerekirse özgürlüğü.. Bu güçlerin yok edici müdahalelerine karşı durmak, ayaklanmalar ile devrimlerin geleceğini ve politik bağımsızlığı desteklemek anlamına gelir.”
Tartışmalar Suriye bağlamında daha da alevlenecek gibi görünüyor.
Ama gerçek şu ki, dünyanın Suriye’deki katliamlara, Suriye’deki halk ayaklanmasının ‘politik bağımsızlığını korumak’ adına sessiz kalması ve Esat yönetimine hak ettiği cevabı vermemesi halinde bu sefil yönetimin daha uzun süre iktidarda kalması işten bile değildir.
Sonuç olarak, Nobel Barış Ödülü’nün o coğrafyada yer alan üç kadın arasında paylaşılması, ‘Arap Baharına’ sunulmuş önemli bir katkıdır bence.
Yoksa, ödüller hiçbir zaman farklı bir uygarlığı öne çıkarmak, o uygarlığa dikkat çekmek amacıyla verilmiyor.
Ama genel olarak bakıldığında yapılan tercihlerin, insanlığın ortak değerlerini, uğruna giriştikleri özgürlükleri, adaleti, ve bu mücadelelerden doğan zaferi ve yenilgiyi hatırlatan bir yönü vardır.
Bu anlamda, prestijli ödüller onları hak edenlere sunulmuş armağanlar değildir aslında.
Alınan her ödül, kim alıyorsa alsın, özgürlük, adalet, eşitlik gibi, dünyadaki bütün insanların hakkı olan değerleri yücelten bir anlama sahiptir.
Nobel ödüllerini alan kişilerin kendi alanlarındaki başarıları elbette son tahlilde belirleyici ve önem taşıyor.
Ama başka faktörlerin olduğu da bir gerçek.
Nobel Komitesi’nin şimdiye kadar verdiği ödüller, dünya barışına katkı sağlamakla kalmadı, bazı bölgelerde ve ülkelerde ırkçılığın sona ermesini sağlayan süreçlerin başarıya ulaşmasına da büyük katkı sundu.
Seksen yaşındaki Adonis’e ödül ise, şimdilik bir başka bahara kaldı..
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.