İçinden geçtiğimiz dönemde Türkiye, adalet süreçlerinde evrensel hak ve temel özgürlükler prensiplerinin bütünüyle çiğnendiği Ortaçağ karanlığına geri döndü. Bu karanlığın birçok örneği mevcut ama en dikkat çekenlerinden biri de KCK üyeliği suçlamasıyla pek çok farklı kesime yapılan kitlesel tutuklamalar. En son Tıp öğrencileri ve Van Belediye Başkanı Bekir Kaya’nın tutuklanmasıyla gündeme gelen KCK operasyonlarında daha önce de akademisyenler, siyasetçiler, sendikacılar, belediye başkanları, insan hakları aktivistleri ve gazeteciler tutuklanmıştı.
İşte bu kesimlerden tutuklu avukatların avukatları basınla bir toplantı yaparak iddianameyi ve mevcut durumu değerlendirdiler. Diyarbakır Barosu Başkanı Mehmet Emin Aktar, Ercan Kanar ve Meral Danış Beştaş’ın da aralarında bulunduğu hukukçular, KCK ve BDP davalarının avukatlarının hukuksuz yollarla tutuklandığını anlattı. Güney Afrika’nın ırkçı rejimi zamanında bile sadece 11 avukatın tutuklanmış olduğunu hatırlatan avukatlar, 2011 Kasım ayında 36 avukatın “silahlı terör örgütü üyesi” olmak suçlamasıyla tutuklandığını, böylece KCK mensubu olmak suçlamasıyla Türkiye genelinde tutuklanan avukat sayısının 40’a ulaşmış olduğunu belirtti.
Tutuklu avukatların avukatlarına göre bu davada akıl dışı uygulamalar silsile halinde gelmiş: Tüm KCK tutuklama dalgalarında gözaltına alınan ve tutuklanan “şüpheli” ve “sanıkların” hiçbirinde silah, patlayıcı, illegal bir malzeme, silahlı bir eylem hazırlığına yönelik doküman bulunmamış. Tüm tutuklu kişiler çağrıldıkları an hemen ifade vermek üzere gelebilecek kişiler oldukları, yani kaçma hazırlığı ya da kaçma şüphesi olan bir tek kişi dahi bulunmadığı halde, tutuklu olarak yargılanmaya başlamışlar. Tüm tutuklananların sosyal yaşam içinde belli konumları olan ve legal faaliyetler yürüten yasal parti yöneticileri, belediye yöneticileri, avukatlar, yazarlar, öğretim üyesi, gazeteci ve öğrenciler olduğu belirtiliyor.
Sorgulama sırasında soruların ağırlıklı olarak zihin taraması niteliğinde olduğuna dikkat çekiliyor. Örneğin bazı avukatlara “PKK örgütünü silahlı terör örgütü olarak nitelendirip nitelendirmediği”, bir başka avukata ise “Nelson Mandela’nın avukatıyla yapılan görüşmenin içeriği” sorulmuş.
Avukatların tutuklanma sebepleri de çok ilginç: kendilerinin KCK sözleşmesinde yer aldığı belirtilen “Önderlik Komitesi” üyesi oldukları ve Öcalan ile yapılan 56 görüşme sonrasında 130 talimatı örgüte ilettikleri, bu talimatların ardından PKK’nin eylemleri neticesinde 132 güvenlik görevlisi ve sivil vatandaşın öldüğü iddia ediliyor.
Zurnanın zırt dediği yer de burası sanırım. Zira 1999’dan beri Abdullah Öcalan’la İmralı’da yapılan tüm avukat görüşmeleri, devletin hem askeri hem de sivil birimlerinin her türlü denetimi altında gerçekleşmiş. Son derece titiz aramalardan geçen avukatlar görüşmelerde kendi kalem ve kâğıtlarını dahi kullanamayıp, görevlilerin verdiklerini kullanmışlar. Görüşme sonunda tutulan notlar, hem sivil hem de askeri birimlerce kontrol edilmiş, 1 Haziran 2005 tarihinden itibaren ise avukatların İmralı’daki tüm görüşmeleri kayıt altına alınmış, görüşmelerde Adalet Bakanlığının bir yetkilisi de hazır bulunmuş.
Şimdiiii… bu kadar sıkı gözetim altında gerçekleşen görüşmelerde avukatların nasıl talimat alıp örgüte iletebildikleri bir muamma! İddianamedeki suç unsurları arasında anadilde savunma hakkını dile getirmek, “operasyonlar dursun, Kürt sorununda demokratik barışçıl çözüm” ibareli gazete ilanına imza vermek, birkaç hafta önce suç olmaktan çıkarılan “gerilla” kelimesini kullanmak, duruşmalarda müdafii olarak Türkiye’nin kurucu anlaşması olan Lozan Antlaşması’nın 39/5. maddesini tartışılması, (TC Anayasası’nın üstünde olan bu antlaşmanın 39/5. maddesi “Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır” dediği halde mahkeme heyetince bu hak reddedilerek Uluslararası Hukuk da çiğnenmiş), Nevruz kutlamalarına ya da Mehmet Uzun’un cenaze törenine katılmak, HES protestolarıyla ilgili açıklama yapmak, duruşmalarda tercüman talep etmek gibi “suçlar” mevcut. Ayrıca olağan günlük davranışların da suç unsuruymuşçasına iddianameye girdiğini belirtiyor avukatlar. Bunlardan en tuhafı hiç kuşkusuz Öcalan’la görüşmelerde Avni Özgürel, Fehmi Koru, İsmail Nacar gibi gazeteci ve yazarların yazılarından bahsedilmesi. Bu durumun yasadaki hiçbir suç tanımına girmiyor olması ise tuhaf görülmemiş besbelli.
Gelinen noktada tutuklu avukatların avukatları şu soruyu soruyor: Bu dava neden Oslo görüşmeleri sürerken değil de, görüşmeler sona erdikten sonra açıldı? Neden onca zaman Devletin sıkı kontrolünde gerçekleşen legal görüşmeler, Oslo süreci bittikten sonra suç sayıldı? Avukatlarla olay arasında talimat alıp iletme niteliğinde somut tek bir verinin bulunmadığını söylüyor avukatlar. Ayrıca soruşturma dosyası birtakım medya kuruluşlarına servis edilip, tamamen gerçek dışı haberler yapılması sağlanırken, savunma avukatlarının soruşturma dosyasındaki hiçbir belge ve bilgiye ulaştırılmamaları da ayrı bir sorunsal.
Mehmet Emin Aktar, bu yargılamalarda dışarıda kalan Kürt avukatların korkutularak savunma haklarının ellerinden alınmasının hedeflendiğini düşünüyor. Kürt siyasal hareketinin kriminalize edilerek yok edilmek istendiği görüşünde birleşiyor avukatlar. Dün serbest olan bir olgunun bugün nasıl olup da yasadışı ilan edildiği sorusunun cevabı yok. Totaliter rejimlerde bile benzeri görülmemiş bir kitlesel tutuklama döneminden geçiyoruz. Kürtlerin ağzından çıkan her kelime, attıkları her adım “gizli tanık” marifetiyle KCK üyeliğine dönüştürülüyor, araya muhalif solcular, akademisyenler, gazeteciler, öğrenciler de sıkıştırılıyor ve bunun adı ileri demokrasi oluyor!
Evrensel adalet değerlerinden hızla uzaklaşan Türkiye Ortaçağ karanlığına geri dönüyor.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.