• BIST 9365.61
  • Altın 2940.718
  • Dolar 34.4659
  • Euro 36.3751
  • İstanbul 9 °C
  • Diyarbakır 13 °C
  • Ankara 14 °C
  • İzmir 20 °C
  • Berlin 3 °C

Açlık grevleri: vicdana çağrı

Ferhat Kentel

Modern hayatın rasyonelliği içinde bildiğimiz, öğrendiğimiz mücadele türleri var. Rasyonel örgütlenme ve mücadeleler bunlar. Mesela işçiyseniz, sanayi üretiminin getirdiği yabancılaşmayı kırmak üzere sınıfdaşlarınızla biraraya gelir, sendika kurar, hayat içindeki konumunuzu güçlendirmek, çıkarlarınızı savunmak için taleplerde bulunur, patronlar kabul etmezse greve gidersiniz.

Tabii ki, modern toplumun içindeki mücadeleler sadece sınıfsal bir pozisyona özgü, zaman ve mekânla sınırlı mücadeleler değildir. Modern toplumda, bu toplumun sınırlarını aşmak; eşitlik, adalet ve özgürlüğün sınırlarını genişletmek üzere tonla mücadele tarzı vardır. Bu yüzden kadın hareketleri, etnik ve dinsel hareketler, çevre hareketleri, barış hareketleri gibi “yeni toplumsal hareketler” ortaya çıkmışlar ve modern toplumun standartlarını, ufkunu, hayallerini değiştirmişlerdir.

İşçi hareketinden başlayıp, “yeni” sosyal hareketlere gelinceye kadar bütün bu hareketlerin her birinde kuşkusuz bir “inanç” boyutu; harekete kimlik ve katılanlara aidiyet veren “metafizik” bir boyut var. Yani modern toplum, her ne kadar “rasyonellik” iddiası ile kendini var etse de, bu toplumun yürüyüşü “irrasyonel” olandan bağımsız bir şekilde gerçekleşmiyor.

Ama her hâlükârda, bütün bu hareketlerin içinde, gerek katılanlarda, gerekse bu hareketlerin muhatap aldıklarında (rakiplerinde) ortak bir kabulleniş var: bu hareketler modern toplumların olmazsa olmazlarıdır ve bu hareketler (ve bu hareketlere karşı olan diğer hareketlerle birlikte) bireylerin, sınıfların, toplumsal ve kültürel grupların, kendilerini topluma ait hissetmelerini sağlamanın da bir yoludur. Başka bir ifadeyle, itiraz etmekte olsalar da, toplumsal hareketler vasıtasıyla insanlar kendilerini topluma dâhil ederler, toplumu inşa ederler; toplumun parçası olurlar.

Bütün bunlar “üç aşağı beş yukarı” böyledir. Toplumsal hareketlerin, mücadelelerin devletle, düzenle, başka rakip güçlerle karşılaşmaları çok daha karmaşık süreçleri beraberinde getirir. Yani mesele çok daha karmaşıktır.

Ancak bu mücadeleler içinde “açlık grevleri” yoktur. Bir toplumda açlık grevleri başladıysa, o toplum artık insanlarını “toplumsal inşa” sürecine dâhil edemiyor; dolayısıyla o insanları da topluma dâhil edemiyor demektir. O toplum, “toplum” olma vasfını kaybetmiş demektir. O toplumun “rasyonellikle” uzaktan yakından bağı kalmamış demektir.

Daha yakın geçmişte, yüzlerce insan açlık grevlerinde hayatlarını kaybetmişse, yüzlercesi sakat kalmışsa, bugün binlerce insan açlık grevlerinde bedenlerini feda edip, bir “mücadele aracı” hâline getiriyorlarsa, hele o toplumun devlet, siyaset sınıfları ve ortalamanın konforuna batmış “makbul vatandaşları” açlık grevi gibi bir meseleye kalplerini kapatmışlarsa, “duygular” dünyasıyla da zerre kadar bağı kalmamış demektir.

Bugün açlık grevine yatan binlerce Kürt tutuklu, bu topluma toplum olma çağrısı yapıyorlar aslında. Çok basit bir şey istiyorlar; “anadilde savunma hakkı” ve Türkiye’nin Kürt meselesini çözebilecek bir müzakere ortamı için kilit öneme sahip “Abdullah Öcalan etrafındaki tecridin kaldırılması”...

Yani gayet “rasyonel” taleplerde bulunuyorlar. Ama “modern” Türkiye Cumhuriyeti’nin “modern” kurumları, hem rasyonelliği hem duyguyu kaybettikleri için onları duymuyorlar. Tam da bu yüzden, karşılarında “muhatap” olarak bulunan devlet ve kurumları zerre kadar rasyonel olmadığı için, açlık grevcilerinin verdiği mücadele, “bedenini feda etmek”, “bedenini mücadele aracına çevirmek” gibi ifadelerle, çarelerin tükendiği bir toplumda “son bir çare” arayan korkunç bir “irrasyonaliteye” dönüşüyor.

Açlık grevine yatanların mücadelesinin kalkış noktası gayet “rasyonel”di, ama “beyaz makbul toplum”un bu “rasyonel”i duyma imkânı yok; bu yüzden artık “bedenler” devreye girdi... Artık bedenleri sözkonusu olduğu için bizim “vicdanlarımıza” sesleniyorlar.

Ancak sorun, sadece “makbul” vatandaşların sağırlaşması ve kalplerini kapatması değil. Açlık grevlerine katılanları “destekleyenler” de kalplerini biraz daha açsalar keşke...

Çünkü hayat bu kadar “modernist”, “rasyonel” değil; hayat bu kadar çok “haklılıklar, hedefler, mücadeleler” etrafında anlaşılmak zorunda değil. En basit ifadesiyle, açlık grevi yapanların tam da şu sırada çekmekte oldukları acıları düşünemeyecek miyiz? Neden sadece onların politik olarak haklılıklarıyla sınırlı kalalım? Aklımız çok iyi çalışıyor; onların haklılıklarını “anlıyoruz”... Kalbimizi de çalıştıramaz mıyız?

Evet, onlar, herkesin yapamayacağı kadar çok büyük bir “eylem” yapıyorlar. Ama onların bedenlerini terk ettiklerine, mücadeleye yeni bir ruh kattıklarına bakıp, onları “yüceltme” zamanı değil. “Siz kahramansınız; sizin ölülerinizi saygıyla yücelteceğiz” demenin zamanı değil. Onları kurtarmanın zamanı!

Çünkü hiçbir şey onların hayatlarından daha kıymetli değil
. Onları gerçekten duymanın zamanı... Onları duyarsak, belki biraz olsun toplum olmayı, aklıyla ve duygusuyla “insan” olmayı becerebileceğiz.

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89