Hayırlı işlerde yarışmayı temel düstur edinmediğimiz için midir nedir acılarını yarıştıran, dolayısıyla bu acıların olgunlaştırmasına izin vermeyen bir toplum hâline geldik.
Türlü tonlarda acılardan oluşan koskoca bir coğrafyada, kimi acılar iç içe geçerek kangrene dönüşmüş durumda.
Dersim, Diyarbakır, Mamak, İkna Odaları, Hayata Dönüş Operasyonu’ndan hiç ders alınmamış gibi izlenen açlık grevleri; 17 sene önceden zihne kazınmış bir plakanın geri dönmeyeni götüren arabanın plakasının bellekte bıraktığı yakıcı izler... Bir o taraftan bir bu taraftan bölük bölük kırılan fakir fukara çocukları... Çözülmemesine ahdedilmiş Pınar Selek muamması... Salih Mirzabeyoğlu unutulmuşluğu... Bu liste uzar gider. Askerliğini yaptığı kışlada cinayete kurban giden Sevag Balıkçı’nın ailesini düşünün ki yaşadığı acıya adaletin tesellisini ummak için bile bir mücadele vermeye zorlanıyor.
Faili meçhuller, gidip de gelmeyenler... İstanbul’da 1995’te gözaltına alınan eşi Fehmi Tosun’dan 17 yıldır haber alamayan Hanım Tosun, “19 Ekim 1995’te Avcılar’da evimizin bahçesinden telsizli sivil polisler götürdü” diye anlatıyordu gazetecilere. “Eşim, ‘İmdat, polis beni götürüyor, öldürecekler’ diye bağırdı. Oğlum koştu kolundan asıldı ama araba hızla gitti. Plakasını aldık. Hiç unutmam. 34 UD 597...”
“Acımı tarif edemem” diyor biri bazen ve siz onu elinizdeki reçeteye bakarak tarifte ısrar ediyor, dahası iç kanamaları sürmekteyken yadsıyorsunuz başına gelmeye devam eden acıların sebeplerini. Sahi, “arabesk” neydi?
(Önceki gün Hakkâri’de kadınlar gaz bombardımanı altında Cuma namazı kılmaya çalışıyordu. “Onların namazı sahte” demeye kimin hakkı olabilir... Ontolojik olan her zaman konjonktürel tanımların üzerinde bir yerdedir.)
Serra Yılmaz’ın başörtülü öğrencilerin yaşadığı acıları teraziye vurma yöntemi bir istisna değil bu topraklarda... Bense bu satırları tanıdığım bir değil birkaç çocuk için yazmaya koyuldum. Anneleri çarşaflı başörtülü olduğu için sınıf öğretmenleri tarafından arkadaşlarının önünde küçük düşürülmenin üzüntüsünü kimisi üzerinden attı yıllar geçerken, kimisi atamadı.
Yılmaz, başörtülü kadınlar için her şeyin güllük gülistanlık olduğunu düşünüyor. Şimdiki görece serbesti içinde geçmişin yaraları kanamaya devam ederken yeni yaralar da açılıyor oysa. Kimisi hamamböceği ve Ninja olarak adlandırıldı, mekâna alınmaması gereken kimi hayvanlarla aynı yasak levhasının uyarısına maruz kaldı. Şimdilerde yaşanan görece serbesti, bütün başörtülüleri her zamanki kadar aynı kefeye koyarken, çarşaflı kadınlara da bir Turhan Selçuk soğukkanlılığıyla “öcü” unvanını bahşediyor. Fellini kadınlarında irkilmeye, korkmaya yol açmayan siyahın çarşaflı kadınlar örneğinde niye “öcü”leri çağrıştırdığı üzerine düşünmeye açık olmayan bir sanatçılık da bu topraklara özgü olsa gerek.
O korkutucu görünen siyah çarşaflı kadının bakışlarındaki ifadelerin bir kısmı olsun Cumhuriyet’in dinî değer ve sembollerden arındırmaya çalıştığı kamusal alanın üstüne polisle jandarmayla “Çarşafla Mücadele” kampanyalarıyla boca ettiği korkuların kalıntıları olmasın...
Kılık kıyafet devrimciliğinin yaraladığı, ömür boyu yaslı ve bazen de felç olmuş hâlde yaşamaya mahkûm ettiği kadınlar var; arka planlarında İstiklal Mahkemeleri’nde idam edilmiş bir Şalcı Bacı.
Dersin hocası tarafından “Ninja” diye adlandırılmak ve yüz kişilik amfiden kovulmak... Genç kız öğrenci bu yüzden hiç üzülmez mi sanıyorsunuz...
Ninja olarak adlandırılmış öğrencilerden biri, öğrenci Fatma. Ahmet Özcan’ın Haber 10’daki yazısında tanıdım ben Fatma’yı ama hikâyesi hiç yabancı gelmedi: Okunmasını dilediğim için paragrafın tamamını alıntılıyorum:
“... Eşim giriyor araya: ‘Yarın Fatmayı hastaneye götüreceğiz unutma.’ Fatma kardeşi eşimin. Sanırım 20 yıl oldu. Şizofreni hastası. Doktor tavsiyesiyle 6 ayda bir Bakırköy’e, bazen bir ay bazen daha fazla yatırıyoruz. 1991’de Mimar Sinan matematik bölümünden atılmıştı başörtüsünden dolayı. Sınıfta tek örtülü kızmış. Hocası azarlamış herkesin içinde bir gün ve kovmuş. O günden sonra bozuldu dengesi, polis peşimde demeye başlamıştı. Takip ediliyorum, diyordu sürekli. Böyle başladı hastalığı. Tam 20 yıldır ilaçla tedaviyle yarı ölü gibi yaşıyor. Neredeyse sadece çay ve sigara ile ayakta duruyor. En son 48 kiloya düşmüştü. İlk defa bu yıl bir kıpırdama geldi. Tekrar üniversite sınavına girdi. Açıköğretimi kazandı. 20 yıl sonra ilk defa güldü; ‘dişlerin iyice çürümüş Fatma’ dedim. 20 yıl sonra ilk defa görüyordum çünkü dişlerini. Gülmek bir yana hemen hiç konuşmuyordu. Cevap olarak; ‘Kılıçdaroğlunu harcayacaklar’ demişti. Böyle tuhaf bir gündemi vardı hep. Bakışları hâlâ manasız ve soğuktu. Olsun çok sevinmiştik konuşmaya başlamasına. Belki bir umut... yeniden katılır aramıza.” (http://www.haber10.com/makale/21633/)
Kim daha fazla acı çekiyor... Kimin acı kaynağı da şiddetli, hakiki... Ben Türkiyeli “çağdaş” steril bir sanatçıdansa, Yunanistanlı ama acıların kaynağı konusunda sınır tanımayan Kazancakis’in ölçülerini daha güvenilir bulmaya devam edeceğim. Kardeşi kardeşe kırdırtan öldürücü nefreti kim onun kadar iyi anlatabildi ki...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.