Pir Sultan Abdal darağacına doğru giderken, yolun iki yanına dizilen ahali taşlarlar bu toprakların yetiştirdiği en büyük isyankâr ozanını. Pir Sultan kan revan içinde kalsa da yürümeye devam eder. Bir dostu, ozanın o hâlini görünce elindeki kırmızı gülü fırlatır. Bunu gören Pis Sultan’ın “Düşmanın attığı taş değil ama dostun attığı gül yaralar beni” dediği rivayet edilir beş yüz yıl boyunca... Pir Sultan’ın darağacına gönderilmesinden yaklaşık 500 yıl sonra yanık türküleri Anadolu semalarından yükselip, güneşte çamaşır kurutulan her yere ulaşan Neşet Ertaş, bir Aborjin’dir aslında. Başkaldırısını insanların yüreğine yanık bozlaklarıyla sokan bu güzel insan, egemenlere inat insan olmanın erdemini anlattı bize. En ufak bir kimlik kaygısı duymadan bu coğrafyada yaşayan hemen hemen herkesin ortak noktası Neşet Ertaş ve türküleri olabiliyorsa eğer, neden bu kadar canın gözlerimizin önünde yitip gitmesini sorgulamalıyız bence. Yoksa, bir Aborjin olarak doğup, “abdal” olduğu için hakir görülen Ertaş’ı ölümüyle yüceltmek gönlü büyük insanı utandırmaktan da öteye gidemez... O değil miydi “Bize abdal olduğumuz için, Çingen der hakir görürlerdi. Oysa Türkmen’dik. Hem Çingen olsak ne fark ederdi” diyen...
Yüzyıllardır yaşadığımız bu topraklarda tek bir kimlik yaratacağız diye aidiyet duygusunu kaybettik. Geçenlerde muhabirimizin başından geçen bir olay Taraf ’ta yayımlandı. Muhabirimiz Bülent Onur Şahin nüfus memurluğuna giderek ailesinin kütük kaydını çıkarmak istedi. Dedesinden ötesini öğrenemedi. Gizleniyor bilgiler. Bir insanın atasını öğrenmesinin ne gibi zararı var deseniz de, oluyor işte. Bu yüzleşme yaşanmadığı için egemen bir dil tutturulup gidiyor. Bu gizliliğin nedeni belli aslında, yüzyılın başında yaşadığımız ve hâlâ kendimize söylemeye çekindiğimiz travma.
Yine geçen hafta sonu Taraf ’ta bir haber yayımlandı. Sümeyra Tansel imzasıyla yayımlanan haberde Van’ın Yukarı Bakraçlı köyünde bulunan Yedi Kilise’nin sahiplerinin bulunamadığı için onarılamadığı yazıyordu. Ermenilere ait olan Yedi Kilise’nin tapusu ise Fatih Altaylı’ya ait. Altaylı muhabirimize “Kilise orda isteyen gitsin onarsın. Benim onaracak param yok” dedi. Altaylı’ya “Bre melun insan dedesinden kalan mirası öyle harap mı bırakır” diyerek kızabilirsiniz de. Ya da bu Ermeni kiliselerini deden kimden satın aldı. Tapusu senin eline nasıl geçti diyerek sorabilirsiniz de. O size kalmış bir şey. Neresinden bakarsanız bakın bu topraklarda yaşayan insanların kendi aidiyetleri ile ilgili ciddi bir sorunu var. Bu sorundur bizi giderek daha vahşi yapan. Yoksa bir insan her fırsatta hiçbir şey üretmeden, sadece kendisine dayatılan kimliğin “en yüce” değer olduğuna neden inansın ki.
Bakın geçen hafta Balyoz duruşmalarının görüldüğü mahkeme, kararını verdi. Mahkeme, kararını verdikten sonra bir yaygaradır, darbecilere övgüdür gidiyor. 90 yıllık kısa Cumhuriyet tarihinde üç beş darbe görmüş ülkede, darbecilere “UFO görmüş masum köylü” muamelesi çekiliyor. Dönemin üst düzey iki komutanının “darbeyi ben önledim, hayır ben önledim” diyerek demokrasicilik oynadığı bir dönemde, şapka gölgesi altında yaşamaya alışmış oligarşinin ve onun sözcülerinin tavrını karısını aldatan adamın hikâyesine benzetiyorum. Hani adamın birisi sürekli karısını aldattığı hâlde külliyen inkâr yöntemiyle her fırsatta üste çıkar. Bir gün karısı dışarıdayken eve bir kadın götürür. Adamın acelesi vardır. Kadınla kapı eşiğinde sevişmeye başlar. O sırada anahtarla karısı kapıyı açar. Adam şaşkın bir hâlde karısına sitem eder “Sen şimdi buna da bir şey” dersin...
Her yazısı buram buram faşizm kokan Türkiye Türklerindir gazetesinin üçüncü sayfa güzelinin, Neşet Ertaş’ın insanın iç dünyasına işleyen türkülerini siyasi argümanla birleştirip, onu İzmirli yapmasına takılıp kalmayın. Dedik ya o hiçbir yere sığmayacak kadar Anadolu’dur. Bize bu topraklara ait olma hissi veren en önemli değerlerden biridir. Boşuna değildir Anadolu’nun en büyük destan anlatıcısı Yaşar Kemal’in Üstad’a “Bozkırın tezenesi” demesi. Nasıl ki Pir Sultanların yakarışları hâlâ ses buluyorsa, Neşet Ertaş’ın sesi de yüzyıllar geçse de bu toprakların üzerinde dolaşacak. 400 yıl sonra da bir erkeğin, âşık olduğu güzelin gözlerine bakıp, Ertaş’tan “Seni seven oğlan neylesin malı/ Yumdukça gözünü, döker mercanı/ Burnu fındık, ağzı gayve fincanı/ Şeker mi, şerbet mi, bal Acem kızı” dediğini duyar gibiyim. Ve bir gün bu topraklarla ilgili aidiyet sorunu yaşanmadığı bir zamanda, Van’ın Yukarı Bakraçlı köyüne bir Ermeni taş ustasının yolu düşer. Onarıverir Altaylı’nın dedesinden miras kalan kiliseyi. İnsaniyet namına, gelecek başka 400 yıl sonralara bırakma adına...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.