12 Eylül davası başladı. Kendi hesabıma, kendi ömrümde böyle bir olaya tanklık edeceğimi düşünmemiştim. Bunu aslında somut bir davanın başlaması, somut birilerinin sanık yerinde durup yargılanması anlamında değil, en geniş anlamında söylüyorum: yani darbenin kendisinden çok o kişilere o darbeyi yaptıran zihniyetin yargılanabilmesini kastediyorum. Kendilerinde bunu yapma hakkı görmelerine imkân veren o zihniyeti ; ve yaptıktan sonraki korkunç icraatlarını gözlerini kırpmadan uygulatan o kendinden emin zihniyeti.
Bunların yargılandığını ömrüm süresinde göreceğimi aklıma getirmiyordum. Ama getirmemekte galiba fazla yanılmamışım. Çünkü o dediklerim pek öyle yargılanmıyor, bugün de. Bir kere, toplam içinde bayağı bir azınlık halinde kalsalar da, hiç azımsanmayacak sayıda savunucusu var o zihniyetin. Başta medya, ortam onlarla dolu. Arkasında koskoca Kemalist-milliyetçi ideoloji var. Şimdi gidip mahkemenin önünde gösteri yapanların birçoğu, o “altyapı” sözkonusu olduğunda, derhal onun çığırtkanlığını yapmaya başlar. O sözkonusu olduğunda, bugün onları yargıya kadar getiren iradenin ne yapacağı da son derece şüpheli : işte Ermeni konusu, işte Denktaş’ın cenazesi, daha da neler neler...
Çünkü, bu belki o ideolojinin “başarısı”dır, muhalifleri de onun temel varsayımlarını kabul ediyorlar. İşte, Türk “Marksizm”inin “tek yol”culuk kalıpları, işte Kürt-Kemalizmi denebilecek anlayışın sahipleri.
Yıldıray Oğur bugün güzel bir liste yayımlamış. Şu “12 Eylül’ün Yargılanması” sözü ortaya atıldığında, bunun için kim ne demiş! Burada yer alanların hepsi son derece emin ki bu hükümet böyle bir şey yapmaz, yapamaz, dolayısıyla bunu ortaya atmak bir sahtekârlıktır. Ve “halkımız”ı uyarıp doğru yolu gösterme görevine dört elle sarılıyorlar, sahtekârlığı “teşhir” ediyorlar.
Bilmiyorum, bu kaçıncı seferdir, halkımız, kendisine işin doğrusunu gösteren bu zümrenin söylediğinin doğru çıkmadığını görüyor. Nasıl ve niçin güvensin bunlara?
Şimdi, tabii, bu yargılamanın ciddi olmadığını, oyun olduğunu, sonuç vermeyeceğini söyleyecekler. Bunları söylemek, “Vay canına! Yanılmışım!” demekten çok daha kolay.
Oysa, elbette sonuç vermeyecek, elbette “sembolik” bir şey bu. Öyle de, 2012’deyiz, 32 yıl geçmiş. Şu şimdi olan şeyin yanından geçtik miydi bu 32 yıl boyunca? Hâlâ o 82 Anayasası’nı –çaktırmadan– korumaya çalışanlar yok mu?
Descartes, 17. yüzyılda, 1637’de Yöntem Üstüne’yi yazdı. Bir ilkesi vardı : “Her şeyden şüphelen.” Bu, dünya için “yeni” bir söz olabilirdi ama Türkiye için asla ; çünkü biz zaten her şeyden şüpheleniriz, Descartes’ın tavsiyesine ihtiyacımız yok. Ama onun bir koşulu vardı : “Şüphelen, ama yöntemli şüphelen.” İşte bu bizim ulusal karakterimize hiç uymaz. Yöntem, bizim “düşünme” alışkanlıklarımız çerçevesinde ölümcüldür. Çünkü, bizim de bir koşulumuz var : “Her şeyden şüphelen, kendi doğruluğundan asla şüphelenme!”
Adamlar, anayasa değişikliği tartışmaları sırasında, “değişsin ki 12 Eylül’ü yargılayalım” dediler. Bu zevat haykırdı, “Yalan! Asla yargılayamazlar!” Şimdi yargılıyorlar. Onların sahiden yargılayacağından sonuna kadar şüphelen. Kendinden şüphelenme. Sonunda, “Bakın, nasıl haklı çıktım!” demenin yolunu bul. Zaten hayat seni doğrulamak için icat olunmadı mı?
Gazetede bir pankart gördüm : “Darbecileri yargılayacağız, ama asmayacağız. Nitekim, besleyeceğiz de” diyor. İyi bu, olması gerekeni söylüyor. Ama her gazete manşete çıkmış “kafeste getirilsin” edebiyatı güzel değil, doğru da değil. Değil çünkü 12 Eylül’ün yargılanmasını isteyenlerin 12 Eylül temel zihniyetini pek de aşamadığını gösteriyor. Sorun Evren’in “kelepçeli” falan filan getirilmesi değil, sorun bu zihniyetin net bir biçimde tarih dışına itilmesi.
Bireysel tavırların her türlüsü olur, intikam isteyeni, daha fazla intikam isteyeni, kaybettiğini unutamayanı vb. Bunun nerede dengelendiği önemli. Büyük çoğunluğun, “Asmayacağız. Besleyeceğiz”de buluşması önemli.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.