2011’in 28 Aralık’ı 29’una bağlayan gecesi, Roboski/Uludere’de “bir olay” olduğu, daha gün ışırken tüm bölgeye ulaşmıştı. Olayı duyar duymaz, cenazeleri kaldırmak üzere yola çıkanlar arasında ben de vardım. Bölgede, 1990’ları yaşamak bile, tarifsiz acılara tanıklık etmek demek. 2011’in o son günlerinde, Roboski/Ortasu ve Bujeh/Gülyazı köylerine düşen ateş de, bağra taş basılıp unutulacak gibi değildi.
Roboski’deki cenazelerden döndükten sonra, şöyle yazmıştım: “Ölüme bu kadar çok tanıklık bile, 30 Aralık günü kalkan cenazelerin, birbiri arkasına dizilen onlarca tabutun yarattığı sarsıntıya insanı hazırlayamıyor. Yaşamlarının baharında, en yaşlısı daha 30’larında, alelacele kazılmış, toplu mezarlara düşen gençlerin arkasından çaresiz bakakalıyorsunuz...
Bu cenazelerin, PKK bayraklarına sarılı olduğu söylendi, hatta bu iddiayı Başbakan Tayyip Erdoğan da Meclis kürsüsünden dillendirdi. Oysa, bahsi geçilen ‘bayraklar’, Diyarbakır’da, ‘bölgede’ birçok merkezde çarşı pazarda satılan, sıradan örtüler. Tabutların üzerinde birer ‘hübri’ vardı, yani genç kızların taktığı… Kafaya takılan konu bu örtüler olmamalıydı. Ben şuna takıldım mesela, tekrarlıyorum: Bu kadar çok tabutu aynı anda görmemiştim. Tabutlar kuyruk oluşturmuştu gömülmek için…
Uzun uzun kanallar gibi mezarlar açılmıştı tepenin eşiğine. Mezarları hazırlayan köylüler, sanki ölmemiş insanlar için çalışıyor gibiydiler. Elden ele geçen mezar taşlarını büyük bir özenle yerleştiriyorlardı. Sanki düğün kalabalığı gibi bir sürü insan; ağıtlar olmasa...
Nişanlısını kaybeden genç kadının sesi halen kulağımda. Ölen nişanlısının ardından, ‘O gelecek bana hediye getirecek’ diyen ağıtı hâlâ kafamda yankılanıyor. İki çuvala doldurulmuş bacak kol parçalarındaki giysilerden kardeşlerini teşhis etmeye çalışan çocukların halini anlatıyordu otopsiye katılan avukatlar…
13 yaşında yaşamını yitiren Şıvan Encü’nün, cebinden iki tane kek çıkmış; birinin ancak yarısı yenebilmiş. İnsanlar gitmiş, kumaş parçaları kalmış... Kamuoyunda tartışılan ise tabutları örten ‘bayraklar’. Oysa, bayrak yok o tabutları örten, hiçbir şey yok.”
O cenazelerden beri...
Özcan Uysal, Seyithan Enç, Nadir Alma, Osman Kaplan, Adem Ant, Mehmet Ali Tosun, Celal, Salih ve Yüksel Ürek, Encü ailesinden Bilal, Şervan, Nevzat, Salih, Hüsnü, Muhammet, Mahsun, Fadıl, Cihan, Hamza, Cemal, Erkan, Savaş, Vedat, Selim, Selahattin, Aslan, Orhan, Hüseyin, Bedran, Serhat, Abdülselam… Çoğu henüz yasal olarak çocuk, bu gencecik insanların cenazelerinden bu yana kim ölü kim gerçekten diri, madden ve manen, bilemiyorum.
Roboski’nin ardından gelip geçmekte olan üç yılda, asıl “örtülü kalan”, bu katliamdan sorumlu olanın kimliğiydi. Katliamın ikinci yılı dolarken Meclis’te “Roboski” adını anmadan yaptığım konuşma istisnaidir. “Roboski”nin adı geçerken, orada üzerilerine bombalar yağdırılanların acısının yüreğimi dağlamadan, o cenazelerin yarattığı ağırlığın omuzlarıma binmeden geçtiği zaman da yok.
Hükümeti temsilen, Askeri Savcılığın “takipsizlik” kararı üzerine yorum yapan Hüseyin Çelik’in, olayı “trafik kazasına” benzetmesi, benim canımı yaktı.
Dünyanın en gelişmiş savaş araçlarına kumanda edilmesinden, insanların “yaşam” ve “ölümlerine” karar verilmesinden bahsediyoruz. Paramparça etmekten başka bir amacı olmayan bombalardan, verecekleri zararı en ince ayrıntısına kadar hesap eden savaş uçaklarından...
Soğukkanlı cinayet
Hüseyin Çelik, insanlık duygusunu rencide eden, katliamın vahametini hafifletmeye çalışan “trafik kazası”, “operasyon kazası” sözlerini, olayın üzerinden bir gün geçmeden, 2011’de de sarf etmişti.
Anlık bir dalgınlıktan, mazur görelebilir insani bir yanlışlıktan değil, anbean emir komuta zinciriyle işlenmiş bir savaş suçundan söz ediyoruz. Genelkurmay Askeri Savcılığı’nın, “kovuşturmaya gerek olmadığı kararı”nda uzun uzadıya anlattığı da, işte tam bu “soğukkanlı”, “planlı” cinayettir.
Bir düzenli ordunun güç kullanımında, şiddet uygulamasında temel kıstas, “sivilleri koruma”yı esas alan savaş hukukuna uymaktır. Silahsız oldukları, İnsansız Hava Araçları (İHA) tarafından açıkça görüntülenen sivillerin, “aralarına örgüt üyesi karışmış olabileceği” iddiasıyla ağır bombardımana tutulması Birleşmiş Milletler Cenevre Sözleşmeleri’nin ortak 3. Maddesi’nin açık ihlalidir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 12 Kasım 2013’te açıkladığı kararıyla Türkiye’yi “köy bombalamak” suçundan mahkum etti. Kararda, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Şırnak’ın Kuşkonar (Gever) ve Koçağılı (Beysuke) köylerini bombalayarak 38 köylüyü öldürdüğü, yetkililerin olayı örtbas ettiği ve soruşturmanın gerektiği gibi yürütülmediği belirtildi.
İnsani olmayan muamele
AİHM kararında Türkiye, sağ kurtulanların, “onur kırıcı ve insani olmayan muameleye” tabi tutmaktan da sorumlu bulundu. Mahkeme Türkiye’nin 38 kişiye 2,3 milyon euro tazminat ödemesine karar verdi. AİHM, “iki köyün bombalanmasının sorumlularının kimliklerini tespit etmek ve cezalandırmanın”, Türkiye için kaçınılmaz olduğunu yargısına da varıyordu. Roboski’nin faillerinin, en tepedeki sorumlularının, emir-komuta zincirinin “bir numaralarının” kimliklerinin açıkça ortaya konduğu ve cezalandırıldığı gün de gelecek.
Bugün, başlıca sorumlulardan biri Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, hiçbir şey olmamış gibi, “vur emrini” verdiği Askeri Savcılığın kararıyla da belgelenmemiş gibi, makamında oturmaya devam ediyor.
Ya Başbakan Erdoğan? Eğer onun bu “operasyondan” bilgisi olmasaydı, 3 Ocak 2012’deki konuşmasında komutanlara, “hassasiyetlerinden ötürü” teşekkür eder miydi?
Başbakan’ın tespiti doğru
7 Ocak akşamı 10’u aşkın Roboskili, ellerinde taşıdıkları fotoğraflarla televizyon ekranındaydı. Roboskili annelerden Felek Encü karalar içindeydi. “İki bakanın oğlu yolsuzluktan tutuklanınca Türkiye’de yer yerinden oynadı ama biz çocuklarımızın parçalarını toplayıp poşetlere koyduğumuz halde hiçbir şey olmadı” diyordu. Bir diğer Roboskili delikanlı şunu söylüyordu: “Genelkurmay’ın açıklamasını okuyunca anladığım tek şey şuydu: Biz, istediğimiz zaman öldürür ve parası neyse veririz.”
Genelkurmay askeri savcılığının Roboski davasıyla ilgili takipsizlik kararının açıklandığı 7 Ocak’ta Hrant Dink cinayetinin yeniden görülen davasının duruşması vardı. Hrant öldürüldüğünde de, cinayetten sadece dakikalar sonra, olay yerindeydim.
“Yatıp kalkıp Uludere diyorsunuz” demişti Başbakan Erdoğan. Çok doğru söylüyordu; iki yıldır yatıp kalkıp Roboski diyoruz. 2007’den beri yatıp kalkıp Hrant diyoruz. 2004’ten beri yatıp kalkıp Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol diyoruz. Ethem Sarısülük diyoruz, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Medeni Yıldırım, Veysi ve Reşit İşbilir, Ali İsmail Korkmaz diyoruz. Gece gündüz bu iktidarın aramızdan alıp götürdüğü gençlerimizin isimlerini sayıklıyoruz. Adalet yerini bulana kadar da bu isimleri geceleri sayıklamaya, gündüzleri haykırmaya devam edeceğiz. Fakat insan samimiyetle merak ediyor: İktidarı boyunca binlerce insanın öyle veya böyle, bizzat kendi hükümetinin sebep olduğu ölümü karşısında Erdoğan nasıl yatıp kalkıyor? Uykusunda ne sayıklıyor?
İki yıldır Roboskili kadınların üzerinden çıkarmadıkları kara giysiler eninde sonunda çıkacaktır. Çünkü bu dünyada zalimin zulmü varsa, mazlumun da vicdan ve insanlık gücü vardır. (Radikal2)
Sezgin Tanrıkulu
CHP Genel Başkan Yrd.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.