• BIST 9480.09
  • Altın 2952.122
  • Dolar 34.4839
  • Euro 36.1941
  • İstanbul 15 °C
  • Diyarbakır 14 °C
  • Ankara 13 °C
  • İzmir 20 °C
  • Berlin 3 °C

Yalçın Akdoğan: Öcalan'ın düşüncesiyle süreç başlamaz!

Yalçın Akdoğan: Öcalan'ın düşüncesiyle süreç başlamaz!
'Başbakanın kara kutusu' yakıştırması yapılan Yalçın Akdoğan, hükümetin yeni Kürt politikasına dair ipuçları verdi.

Hem partisinin 2023 manifestosunda hem de Erdoğan’ın konuşmasında önemli izleri bulunan Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan, mesajların arka planını  anlattı. Akdoğan, hükümetin Kürt meselesinde izleyeceği yeni rotaya dair ipuçları da verdi.

EN AĞIRLIKLI KİMLİK YİNE MUHAFAZAKAR DEMOKRATLIK

2001’de yola muhafazakar demokrat olarak çıktınız. 11 yıl sonra hala orada mısınız, yoksa Kongre ile birlikte yeni bir tanıma geçtiniz mi?

Ak Parti’nin siyasi kimliği düne göre daha güçlenmiş, daha kurumsallaşmış durumdadır. 2001’deki parti programı o günün ihtiyaçları ve talepleri üzerinden hazırlandı. Ama bugünün Türkiyesi’nde sorunlar, beklentiler, öncelikler farklılaşmış durumda. 2023’e dönük siyaset felsefesinde de bir restorasyona, bir güncellenmeye gitmek gerekiyordu. Ama bugün için en ağırlıklı siyasi kimlik yine ‘muhafazakar demokrat’lıktır. AK Parti kurulduktan çok kısa süre bir sonra iktidara geldiği için bu siyasal kimliğiyle ilgili tartışmalar biraz geri plana düştü. Daha pratik sorunlar ön plandaydı. Ama buna rağmen bu siyasi kimliğin kurumsallaştığını görüyoruz ve yine bunun üzerinden bir gelecek perspektifi ortaya konuyor. 2023’ün Türkiyesi’nde yine en önemli siyasi hareket AK Parti olacaktır ve Türkiye’yi dönüştürecek siyasi misyon da bu muhafazakar demokrat siyasi kimlik tarafından üstlenilecektir.

Muhafazakar demokrat siyasi kimlik Türkiye’de AK Parti’ye önemli kazanımlar sağladı, siyasetin normalleşmesi konusunda ciddi bir fayda üretti. AK Parti’nin böyle bir siyaset izlemesi AK Parti’yi büyüttü ve kendini merkezde konumlandıran büyük bir kitle partisine dönüştü. Bu anlayış bir kere AK Parti’yi daha önceki bir çok tartışmadan kopardı. Gizli gündem, takiyye, ılımlı İslamcılık, siyasal İslamcılık gibi bir çok tartışmanın içinden çıkarak kendisine yeni bir kulvar açtı AK Parti. Devlet-toplum, devlet-din, devlet-birey gibi kriz üreten, gerilim konusun olan kavramları yerli yerine oturttu. Bugün siyasetin önemli ölçüde normalleştiğini söyleyebiliriz. Somut eylem planları ile kendisini bağladığı için daha gerçekçi bir siyaset ortaya koydu. Bu şu faydayı sağlıyor: İktidarın eritici ve yozlaştırıcı bir gücü var. Belli bir siyaset felsefesiyle iktidara gelen partiler önüne konulan reel politikaya teslim oldukları için erime sürecine giriyorlar. Reel politikaya teslim olan bir harekete dönüştükçe kendine yabancılaşmaya, kendi kitlesinden kopmaya başlıyorlar. İktidar o yüzden yozlaştırıyor. AK Parti bu tuzakların hiçbirine düşmedi, iktidar onu eritemedi.

Daha önce siyasi tasavvurları daha yüzeysel olan, daha az ideolojik olan partiler kitle partisi olurlardı. Kitle partileri daha muğlak, müphem, amorf bir yapı gibi düşünülürdü. Oysa şu anda somut ve değer yüklü bir siyasi kimliği olan, geleceğe dair fikri olan bir parti var ve bu aynı zamanda bir kitle partisi. AK Parti kimlik siyaseti yapmadı, ama kimlikli bir siyaset yaptı. O dönemlerde kimlik siyaseti yapan partiler (Kürtlerin, İslamcıların, Alevilerin partisi gibi) gerilimin bir tarafı oldular ve yaşanan krizlerde bunun etkisi vardı. Siz kimlik siyaseti yaptığınızda hareketinizin merkezine tek bir dini anlayışı, mezhebi ya da etnik özelliği yerleştirip ‘biz ve diğerleri’ ayrımı yapıyorsunuz. Kimlik siyasetinin özgürleştirici bir boyutu da var ama çatışmacı bir boyutu da var çünkü sadece o kitle üzerinde odaklanıyorsunuz, diğer toplum kesimlerinin meseleleriyle ilgilenmiyor, o kitlelerle gönül bağı kuramıyorsunuz. İşte bugün BDP’ye yöneltilen eleştiri gibi, Türkiye partisi olamamak sadece Kürtlerle ilgilenmek gibi. AK Parti birleştirici bir parti oldu. Türkiye’nin her tarafında, bütün illerde varlık gösterebildi. AK Parti’nin kapatılmamasında belki de bu çok önemli bir faktördür. Denklemden AK Parti’yi çıkardığınız zaman Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünü sağlayan, sigortası olan bir siyasi hareket yok. Bazı partiler hep bölge partisi olmuş durumda. CHP Güneydoğu’da varlık gösterebiliyor mu? Tunceli özel bir durumdur, onu dışarda bırakırsak gösteremiyor. Ama her bölgede her şehirde AK Parti varlık gösterebiliyor. Bu siyaset tarzı AK Parti’yi marjinallikten çıkardı ve kitle partisine dönüştürdü.

Bugün AK Parti’nin ve Başbakanın söylemini ‘biz ve onlar’ diye algılayan ‘dindarlar ve ötekileri’ diye algılayıp kendilerini dışlanmış hisseden kesimler de var ama.
Şu anda AK Parti kimlik siyaseti yapmıyor. Türkiye’nin bütün meselelerini önüne koymuş ilgileniyor. İktidar partisi tüm toplumsal taleplerle ilgilenmek durumundadır, hiçbirini göz ardı edemez. Bunların bir kısmı dindar kesimlerin meseleleriyle de elbette ilgili olabilir. Bu taleplere veya kendi doğal kitlesi gibi görünen kitlenin taleplerine ilgi göstermesi hemen kimlik siyaseti gibi lanse ediliyor. Oysa 28 Şubat sürecinde bu ülkede ciddi haksızlıklar yapılmış, büyük mağduriyetler yaşanmış. Şimdi bu yapılan haksızlıklar ortadan kaldırılıyor, bir normalleşme yaşanıyor. Bazı kesimler bu normalleşmeyi sanki AK Parti sadece dini meselelerle ilgileniyor, sadece dindarların sorunlarını çözüyor gibi yansıtıyor.

Rövanşı gibi görüyorlar....

Sanki AK Parti sadece belli bir kesimin sorunlarını çözmek için çalışıyormuş gibi bir görüntü vermek istiyorlar. Diyelim ki 4+4+4. İmam hatipler gerçekten çok dışlanmıştır ama bu sadece imam hatip meselesi değil ki bütün meslek liseleri aynen mağduriyeti uğramıştır. Bu aslında bütün bu mağduriyetleri ortadan kaldırmak için atılmış bir adım. Bu normalleşmeyi İslamcı bir çizgiye kayma gibi görmek doğru değil.

TERSİNE MAHALLE BASKISI

O zaman verdiğiniz mesajda bir sıkıntı olabilir mi? Bazı kesimler sadece kötü niyetli oldukları için mi ülkenin muhafazarlaşmakta olduğunu söylüyor sizce?
Muhafazakarlaşmayı bir problem olarak algılayan adeta Müslüman bir toplumda İslamofobi hastalığına yakalanmış kişiler de var. Türkiye’de iktidarın politikaları sebebiyle bir muhafazakarlaşma yok, ama Türkiye toplumunda güçlü bir muhafazakar karakter var. Toplumun bu özelliğini ve muhafazakar karakterini problem gibi gören kesimlerin demokratlığı sorgulanmalı… Toplumu beğenmeyen ve siyaset mühendisliğiyle toplumu dizayn etmeye çalışan anlayış iflas etmiştir. AK Parti toplumun bütün kesimleriye ilgileniyor, bunun içinde dini hassasiyeti olan kesimler de var elbette. AK Parti o kesimlerin temel hak ve özgürlüklerinde bir problem varsa oraya el atmaktan hep çekinmek zorunda mı? ‘Aman bana böyle bir yakıştırma yaparlar’ diye o kesimi ihmal etmek adalete uygun olur mu? Böyle bir ikilemle AK Parti karşı karşıya bırakılıyor. Belli bir toplum kesimini görmesin, onlarla ilgilenmesin, ilgilenirse hemen dini olarak yorumlanacak. Bu doğru bir yaklaşım değil. Bu şekilde yaşayan büyük bir kitle var Türkiye’de. AK Parti sadece belli bir toplum kesimine yoğunlaşsa bu eleştiriler doğru olabilir. Ama AK Parti bugün herkesin sorunuyla ilgilenen bir iktidar. Dindar kesimlerin hak ve özgürlük taleplerine sağır kalmak, belli kesimler rahatsız olacak diye onları ötelemek insani ve demokratik bir tavır olmaz.

Bir taraftan AK parti üç dönemdir oylarını arttırarak iktidarda kaldı ama diğer yüzde 50’de ciddi bir kutuplaşma yarattı.

AK Parti’nin yüzde 50’ye ulaşması niçin kutuplaşma olsun? AK Parti’nin varlığına tahammül edemeyen kesimler için yüzde 34 oy aldığında da bir sorun vardı, yüzde 50 oy aldığında da sorun var. Siz kendi düşüncenizi hakim düşünce olarak görür, kendinizi merkeze koyarak bir tanımlama yaparsanız, diğerlerini hep bir karşı saldırı veya kutuplaşma öğesi olarak konumlandırırsınız. Bu aslında tersten bir mahalle baskısı. Belli bir kesim kendi yaşam tarzını mutlak kabul ediyor ve herkesin o şekilde olmasını istiyor. Siz biraz dini konular görünür olduğu zaman, büyük toplum kesimlerinin sorunları çözülmeye başladığı zaman diğer kesim bunu kendi kendine bir gerilim olarak algılayabiliyor. Ama o kişilerin yaşam tarzının mutlak olduğu ve hepimizin öyle olması gerektiği gibi bir şeye kapılmak doğru değil. Eleştiri getiren bazı kesimler bu insanların daha görünür olmasından rahatsızlık duyuyorlar. Burada empati yapmamız lazım. Kaygı duyan bir kesim varsa elbette bizim de empati yapmamız gerekir, ama bu karşılıklı bir etkileşimdir. Hep anlaması, empati yapması, kucağını açması, elini uzatması gereken bir taraf oluyor? Bir yanda herkese kucağını açan, herkese eşit şekilde hizmet götürmek için kendisini parçalayan bir iktidar var, bu suçlamaları hala ona yöneltmek haksızlık olur. Bir ülkede elbette iktidarın siyasi düşüncesinden hoşlanmayanlar, onu eleştirenler, muhalefet edenler olur. Bu noktada bir kutuplaşma ortaya çıkıyorsa, muhalefet eden kesimlerin üslup ve söylemleri de hesaba çekilmeli… İşte Kemal Kılıçdaroğlu’nun Meclis’in açıldığı bugünlerde kullandığı siyasi üsluba bakın… Bunu kutuplaşma sebebi görmeyenlerin, toplumu kucaklayan Başbakanı gerilim kaynağı gibi göstermeleri komik olur. MHP de, CHP de rakibini sürekli ‘hain’ olarak adlandıran düşük seviyeli bir üslup kullanıyor. Demokratik siyasette rakibinizi düşman olarak konumlandırmazsınız, bu derece seviye kaybeden bir siyasi üslup doğal olarak kutuplaşmayı tetikler.

Siz empatiyi yapıyor musunuz?

Biz sürekli empati yapıyoruz. Ama hiç kimse üstün ve imtiyazlı değildir, kimsenin yaşam tarzı veya düşüncesi topluma ‘ideal’ olarak dayatılamaz. Bugün Türkiye’de daha büyük bir kitle var; İmam Hatip’e çocuğunu gönderememiş katsayıdan dolayı problem olmuş, başörtüsünden sorumlar olmuş, hep hor görülmüş, hep dışlanmış. Diğer kesimler empati yapsa bunu bir problem olarak algılamazlar. Normalleşmeyi bir sorun ve dayatma gibi algılamanın kendisinde problem var.

Uzun soluklu yeni bir vizyonun ortaya konduğu böylesine büyük bir Kongre’de özeleştiri yapılmadı mı?

Tabii Kongre demek bir partinin durup düşünmesi ve geleceği dönük yeniden bir durum değerlendirmesi yapması demek. Nefis muhasebesi yapmak, bir özleştiri yapmak demektir. Geçmiş dönemi sorgulayıp, eksiklikleri ve yanlışlıkları belirleyip sorunlu yerleri düzeltmek, dökülen yerleri restore etmek, revize etmek, kendinizi geleceğe hazır hale getirmek… Kongreler zaten bunun için var. AK Parti bunu yapabildiği için, kendisini yenileyebildiği için 3 dönemdir iktidarda. Bunda aynı zamanda muhalif, protest bir yapının getirdiği dinamizm de var.

İKTİDARDAYKEN MUHALEFET YAPMAK DA BİZE DÜŞÜYOR

Protest yapı derken neyi kastediyorsunuz?

İktidar tanımlanmış bir yapı. Siz yürütmenin belli bir bölümünde faaliyet gösteriyorsunuz. İktidara gelmeniz meselelerin çözüldüğü anlamına gelmiyor. Hala çok farklı alanlarda sorunlar yaşanabiliyor. İktidar olmanıza rağmen bazen muhalefet gibi eleştirel konuşabiliyorsunuz. Sistemde herşey düzelmiş değil. Bütün bunların demokratikleşmesi için sizin iktidarda olmanıza rağmen bir mücadele ortaya koymanız gerekiyor. Bu muhalif ruh ve değişim iradesi iktidarı zinde ve güçlü tutuyor.

O zaman AK Parti devlet olamadı mı hala?

İktidara gelmek devlet olmak anlamına gelmez. Hükümet, sistem dediğiniz şeyin bir parçasını kullanıyor. İktidarda olmanıza rağmen sistemi dönüştürmek için hala bir mücadele ortaya koyuyorsunuz. Bazen yapabiliyorsunuz, bazen yapamıyorsunuz. Kamu reformu yapılamadı, yerel yönetimlerle ilgili bir çok adım engellendi. Hala belli sınırlamalarla, bir takım ayak bağlarıyla yürüdüğünüz için değişim mücadelemiz de sürüyor. Sistemi bir bütün olarak dönüştürebilmek, demokratikleştirebilmek, hükümetteyken de mücadele etmenizi gerektiriyor.

Gelişimi engelleyen somut ne var?

Mesela anayasa, mesela tüm kurumların Türkiye’nin hızına ayak uyduramaması, belli kurumlarda statükocu tortuların zaman zaman nüksetmesi, sistemin Türkiye’nin büyük iddialarını gerçekleştirebilecek bir donanıma ve yönetim modeline sahip olamaması…

BAŞBAKANIN BAŞTA İTİRAZ ETMESİ DİKKATE ALMAZ DEMEK DEĞİL

Peki ya kendi içinde eleştiri var mı AK Parti’nin?

Elbette eleştiri de var, sorgulama da var. AK Parti bugüne kadar bütün partiler içinde kurulların gerçek anlamda en fazla çalıştırıldığı partidir; hiçbir kurul göstermelik değildir. Burada herkes özgürce düşüncelerini söyler, herkes herkesi eleştirebilir. AK Parti’yi parti içi demokrasinin gelişmemesiyle suçlayan partilerin hiçbirinde bu kadar demokratik bir yapı yoktur.

Kurulların işlemesi ayrı ama sanki herşey liderin iki dudağının arasında gibi gözüküyor.
Güçlü, karizmatik lider kimseyi dinlemeyen herkese kulağını tıkayan lider değildir. Öyle olsa zaten güçlü lider olamaz. Güçlü liderseniz ortak akılla hareket ediyor, ekip çalışmasına önem veriyorsunuz, herkesi dinliyorsunuz demektir. Bu süreçlerin sonunda güçlü bir lider ortaya çıkıyor.

Gerçekten böyle midir Başbakanın çalışma tarzı?

Gerçekten böyledir. Mesela biz Kongre öncesinde yaptığımız toplantılarda vizyon belgesi üzerinde çalışırken dört saatte dört sayfa ilerleyebildik. Her cümlede herkes bir şeyler söyledi. Normalde başka bir partide hemen okunup geçebilecek bir bölümü biz cümle cümle saatlerce tartıştık. Başka hiçbir partide böyle bir gelenek olamaz. Ve orada sadece liderin dediği olmuyor. Bütün herkes düşüncesini ortaya koyuyor. Neticede sayın Başbakanımız da onun üzerinden bir karar veriyor. Başbakanın tartışması ya da itiraz etmesi, denilenleri dikkate almayacağı ya da yapmayacağı anlamına gelmez. Saatlerce dinler, o konuda çok mahirdir, kimsenin tahammül etmeyeceği kadar dinler, itiraz da edebilir, büyük tartışma da yaşanabilir ama neticede verdiği kararda onların hepsi dikkate alınmıştır. İlk baştaki kendi kararından çok farklı bir karar da olabilir ortaya çıkan.

Partinizin siyasi felsefesine dönersek son dönemde demokratlık kısmı sorgulanır oldu. Bir de AK Parti’nin milliyetçi damarının yükseldiği kanaatine katılıyor musunuz?

Devletçi olmak, milliyetçi olmak, otoriterleşmek, bunların hiçbirine katılmıyorum ben. Bunlar gerçeklikle hiçbir ilgisi olmayan yakıştırmalardır. Devletçi olmanın siyasi karşılığı nedir?

Milliyetçi olmanın yok mu?

Milliyetçi olmanın var, Milliyetçi Hareket Partisi var. Yüzde kaç oy alıyor? 11 -12. AK Parti ne kadar alıyor? Yüzde 51 – 52.

Milliyetçilik bugün AK Parti’nin kimliğinin ne kadarını oluşturuyor?

Milliyetçilik bir partiye mahsus bir özellik değil. Herkeste milliyetçi hassasiyetler belli oranda vardır. AK Parti içindeki insanların milliyetçi bir karakteri de var. Bunu bir problem olarak algılamak doğru değil. Problem o milliyetçiliğinin dozajının çok yükselmesi ve başka birşeye dönüşmesidir. Faşizan bir noktaya kayması, dışlayıcı olması, bu sonuçları ve tezahürleridir sorun olan. Vatanperverlik, milletperverlik ise mevzu, iyi bir erdemdir, ama başka bir noktaya evrilirse faşizan özellikler sergilemeye başlarsa bu problemdir. AK Parti’de böyle bir durum yok.

Türkiye Kürt meselesini çözmeden, günlük bazda asker sivil kayıp yaşarken gerçek bir bölgesel güç olabilir mi?

Kürt meselesi veya terör Türkiye’nin gelişimi açısından elbette engelleyici faktörler. Türkiye’nin 2023 vizyonuna ulaşabilmesi, büyüme trendini sürdürebilmesi için bu sorunlardan da elbette tamamen kurtulması gerekiyor. Bunlar Türkiye’nin hızını düşüren, canını sıkan, ekonomik kaynaklarını heba eden ve büyüme performansını olumsuz etkileyen olaylar. AK Parti bu alanlarda köklü adımlar attığı için bu sorunlar ülkenin gelişim hızını yavaşlatamadı. Ama bir ülkenin bölgesel güç olup olmaması sadece kendi içinde terör saldırılarını maruz kalıp kalmamasıyla ölçülemez ki. Mesela Mısır’daki devrim sırasında Başbakanın konuşması beklendi. Mısır kendi içinde Türkiye ne diyecek diye bekliyor, veya Tunus’ta, veya Irak’taki seçimlerde. Hem oradaki hareketlerin sizi ilham kaynağı olarak alması, hem de bu gelişmeler sırasında sizin ne diyeceğinizin merak edilmesi sizin bölgesel bir aktör olduğunuz anlamına gelir zaten. Türkiye bölgesel bir aktör olmuştur, artık bunun geri dönüşü yoktur. Siz içe kapanan, etrafında kimseyle ilgilenmeyen bir noktadan bu kadar aktif bir noktaya geldiğinizde elbette yeni bir takım sorunlarınız olabilir. Farklı risk faktörleri devreye girmiş olabilir ama bu kaçınılmaz bir durumdur.

Bu risklerden biri de Suriye’nin kuzeyinde oluşmakta olan özerk yapı mı?

Irak’taki gibi Suriye’de de bölgesel bir Kürt yönetimi oluşacaktır gibi bir kanaate varmak için çok erken. Öncelikle bu, Suriye’deki bütün grupların verebileceği karardır. Şu anda yaşanan iç karışıklıktan dolayı, yönetimin oradaki PKK unsurlarına silah vermesinden dolayı, PKK’nın uzantısı olan PYD unsurlarının belli yerlerde kısmi bir kontrolü sözkonusu. Bu söylentiler bölgedeki diğer unsurları rahatsız etmiş durumda. PYD sanki o bölgenin en önemli siyasi aktörü gibi takdim ediliyor ama son dönemlerde ortaya çıkmış ve özellikle bu olalardan sonra Esad’ın güç vererek ürettiği bir aktör. Cezaevindeki PKK’lıları bıraktı, Salih Müslim’i yurt dışından getirip başına geçirdi. PYD dediğiniz bir imalattır, yeni üretilmiş bir durumdur. Türkiye’nin karşı olduğu, Kürtlerin orada bir hak elde edip etmemesi değildir. Biz tam aksine, bütün unsurların; Araplar, Türkmenler, Kürtler, Nusayriler, kim varsa bunların hepsinin haklarını garanti altına alacak bir anayasal düzen kurulmasını arzu ediyoruz. Ama burda nasıl bir yönetim olacak, bu yönetimin içinde farklı bölgesel yönetimler olacak mı, bu, bizim belirleyeceğimiz bir konu değil. Bizim bir Suriye tasavvurumuz var ama bu tasavvurumuz oraya bir dayatmada bulunmak, müdahalede bulunmak anlamında değil. Oradaki halk özgür-adil bir seçim olduktan sonra karar verecek buna. Türkiye’nin karşı olduğu oradaki PKK yapılanması ve PKK’nın Türkiye için tehdit oluşturması. Türkiye buna tahammül etmez. Orada uzun vadede PKK’nın varlık gösterebilmesi de mümkün değil çünkü coğrafi olarak da Irak’tan yapısı farklı. Güçlü bir merkezi yönetim olduğu andan itibaren şu anki unsurların kendilerine göre otorite tesis edebilmeleri de mümkün değil.

Diyelim PKK Suriye coğrayasında dediğiniz gibi aktif olamaz ama bugün için Suriye’deki gelişmeleri de kullanarak Türkiye içinden dünyaya ‘demokratik özerklik’ mesajı vermeye çalışıyor gibi.

Arap Baharı konusunda dünyanın genel bir ilgisi olduğu için Türkiye’de de bir iç karışıklık yaratıp ‘Türkiye’de de benzer bir problem var ve benzer bir hareketlilik var’ görüntüsü vermeye çalıştı PKK son dönemdeki eylemleriyle. Ama bunda başarılı olamadı. Çünkü Türkiye diğer ülkeler gibi bir ülke değil. Türkiye’de demokrarik bir yönetim var, temsil kanalları sonuna kadar açık, temel hak ve özgürlükler diğer ülkelerle kıyaslanmayacak şekilde gelişmiş durumda. Burada silahı mazur, meşru gösterecek bir durum yok. PKK bir kaos ve bunalım görüntüsü verip hükümeti bir noktaya çekmeye çalışıyor. PKK bu süreçte birkaç strateji izledi. Bir, kalabalık gruplarla kırsalda alan hakimiyeti kurmak. Bunda başarılı olamadı. İkincisi şehir merkezlerinde bombalama faaliyetleri. Bunu da sürdüremediler. Bunlar can yakar ülkede bir karışıklık görüntüsü verir ama sürdürülebilir değildir. Çünkü buna kendi kitlesi bile tepki gösterir. Neticede Gaziantep saldırısını üstlenemediler. Onun dışında adam kaçırma eylemleri. Bunlarla da kendini muhatap haline getirmeye çalıştı. Öğretmendir, kamu personelidir. Bir şekilde devletin kendileriyle muhatap olmasını sağlamaya yönelik şantaj eylemleri. Devlet bu tür şantajlara boyun eğmez.

Zaten muhatap alınmadılar mı Oslo sürecinde?

Amerikan filmlerinde de görürsüz bir parlamenter kaçırılır, yönetimin kesin tavrı vardır ‘terör örgütüyle pazarlık yapmam’ diye. Çünkü o yola girerseniz bunun sonu yoktur. O yöntemle sürekli size şantaj yapar. Bu farklı bir muhataplık türü. Devlet bugüne kadar buna girmemiştir. Oslo böyle bir süreç değildir.

O zaman diğer muhataplık boyutuna gelelim.

Hükümet bu konuda büyük bir risk aldı ve cesaretle adımlar attı analar ağlamasın diyerek. Analar ‘bu sorunu nasıl çözerseniz çözün’ diyor. Hükümet burada çok boyutlu bir mücadele ortaya koydu. Terör meselesinin nihai çözüme kavuşturulabilmesi için devlet her türlü enstrümanı devreye koyabilir. Diğer ekonomik, diplomatik yöntemlerin yanına görüşme yöntemini de koydu. Ama bu, sonuçsuz kaldı. Bu süreç sabote edildi. Terör örgütü hükümet süreci bozdu diye takdim ediyor ama bütün bu süreci havaya uçuran Silvan saldırısıdır. Seçimden çıkmışsınız, Habur gibi büyük krizlere, muhalafetin bunu sonuna kadar kullanmasına rağmen hükümet yüzde 50 oy olmuş. Bu demektir ki daha ileri adımlar atabilir. Yeni anayasa süreci var. Böyle bir ortamda Silvan saldırısı hem o görüşme sürecini hem de anayasa sürecini havaya uçuraya dönük bir eylemdi. Hükümet değil terör örgütü bu süreci sabote etti. CHP’nin iddia ettiği gibi protokol imzalama söz konusu değildir. Görüşme başka birşeydir, mutabakata varmak başka birşeydir. CHP’nin burada ne dediği belli değil. Her kafadan bir ses çıkıyor. CHP’nin bu konuda kendi duruşunu netleştirmesi gerekiyor. Kürt meselesine nasıl bakıyor, çözüm önerisi nedir? Ulusalcı cephe her adımda karşı çıkıyor. Muhalefet iktidar olmadığı için bol keseden atabilir, afaki şeyler de söyleyebilir. CHP bunu bile yapamıyor. CHP yönetiminin siyasi ağırlığı ve ciddiyeti her geçen gün erozyon geçiriyor.

Bir masa da Meclis’te kuralım diyorlar....Ana muhalefet partisinin böyle bir çizgi izlemesi hükümetin elini güçlendirmez mi?

Bu mesele çözülecekse bütün partilerin sürecin parçası olması lazım. Kendi çözüm önerileri neyse yaklaşımları neyse bunu somut olarak ortaya koymalılar. CHP önce zigzag çizen tavrını değiştirmeli. Burada BDP’ye de çok büyük rol düşüyor. BDP de artık sahici bir aktöre dönüşmeli. AK Parti nasıl Kongre ile kendisini güncelliyor, yeniliyor, kendini sorguluyorsa, farklı kesimlerle empati yapıyor, yeni bir süreç başlatıyorsa, bütün partilerin bunu yapması lazım. Meclis açılıyor, yeni bir süreç başlıyor. Burada siyasete şans verilmeli. Siyaset üzerinden meselelerin çözülmesi için sorumlu davranılmalı. BDP de artık topu Kandil’e atan, Kandil’in gölgesinde varlık göstermeye çalışan bir siyasi hareket değil, kendi programı-projesi olan ve toplumu tahrik eden, kaşıyan, gerilim üreten değil daha Türkiye toplumun hassasiyetlerini göz önünde bulunduracak şekilde yeni bir tarz, yeni bir söylemle bu sürece başlamalı. Daha önceki süreçte hükümet tek başına bırakıldı, katkı vermek bir yana her türlü engelleme yapıldı. Bundan sonraki süreçte herkesin yapıcı hareket etmesi ve yapıcı rol üstlenmesi lazım.

BDP’den yapıcı bir rol bekliyorsunuz ama bir yandan da bazılarının dokunulmazlıklarının kaldırılması gündemde. Meclis açılır açılmaz fezleke hazırlanırsa bu atmosferde BDP sizin beklediğiniz çizgiye gelir mi?

Ortada vahim hatalar ve kanunsuzluklar var. Buna karşı tavrınız ne olacak? Bütün o sisteme meydan okumaları görmezden gelirseniz, bu davranış onu daha mutedil hale getirip ehlileştirir mi, yola sokar mı, yoksa daha fazla mı şımartır? Kritik soru bu. Bu kucaklaşmalar, terör örgütüne endeksli söylemler nereye kadar tolere edilebilir? Bunları tolere etmek bunları doğru yola çekme gibi bir fonksiyon üretir mi üretmez mi? Partiler kapatılmamalı bundan hiçbir fayda gelmez ama kişiler yaptıklarının cezasını çekmeli. Milletvekillerinin dışlanması ve siyaset kanallarının kapatılmasına da biz taraf değiliz. Ama bir taraftan da toplumsal bi tepki, hassasiyet var. Bunlar göz ardı ediliyormuş, şımartılıyormuş gibi bir durum da var. Dosya bazında, şahıs bazında bakıp, artık ölçüyü tamamen aşmış olanlarla ilgili fezleke gündeme getirilmesi de normal karşılanmalı.

BDP ZİNCİRİN EN ZAYIF HALKASI

O zaman 18 yıl önceki gibi bir sürece mi gideceğiz? O dönemde tutuklanan vekiller arasında Leyla Zana vardı. Kendisi bugün sizin makul bulduğunuz şeyler söylüyor. Acaba hükümet elini uzatsa, acaba bugünkü BDP’li siyasetçilerin tavrı da dönüşür mü?
Siz kaşımaya, meydan okumaya, tehditler savurmaya devam ederseniz işte o tahammül eşiği aşılmış oluyor. BDP hala kaşıyan, tehdit eden, tahrik eden bir tarz izliyor. O zaman tahammül sınırlarını aşıyor. BDP Meclis açıldığında yeni bir söylem ortaya koyarsa bu elbette toleransı arttıracak bir durumdur. Ama şu ana kadar hep tam tersini gördük, bizim elimiz hep havada boş kaldı. Bütün bu riskleri biz aldık. Sadece BDP’lilerle görüşüp görüşmemek değil, görüşülecek kim varsa görüşüldü… Daha ötesi yok bunun. El uzatmanın ötesinde faaliyetlerde bulundu hükümet. BDP PKK’yı meşrulaştırmaya çalıştıkça kendi meşruiyetini ortadan kaldırıyor. Siyasi parti ne demek siyasi alada bu işi görüşüp konuşması gereken demek. Ama siz ne yapıyorsunuz? Dağdakileri muhatap olarak gösteriyorsunuz. Kendi varlığınızı inkar ederek dağdakileri muhatap gösteriyorsunuz.

Ama siz de onlar yerine dağdakilerle masaya oturdunuz.

Hayır… BDP’lilerle sürekli bakanlar düzeyinde görüşüldü, Başbakanımız Ahmet Türk ve Emine Ayna ile görüştü. Burada sizin kendinizi muhatap haline getirmeniz de önemli. Siz kendinizi etkisiz eleman gibi görürseniz, herkes size öyle muamele eder. Şuan BDP zincirin en zayıf halkası görünümünde ve bunu kendi tercih etmiş durumda…

İMRALI’DAKİNİN DÜŞÜNCESİYLE SÜREÇ BAŞLAMAZ

Peki Başbakanın son açıklamalarından çıkan şey şu mu; yine de İmralı daha muhatap alınabilir bir noktada mı duruyor?

Tabi Oslo sürecinde farklı aktörler oldu. Bundan sonra süreç nasıl işler bilmiyoruz. Şu anda bir görüşme söz konusu değil. Herhangi bir kanadıyla, hiç kimseyle görüşme söz konusu değil. Ama neticede bunlar devletin kullanabileceği yöntemler. Diyalog, görüşme her zaman muhtevalı müzakere anlamına gelmez. Cezaevi müdürü oradaki mahkumla her gün görüşüyor, şimdi bu müzakere anlamına gelir mi? Diyalog, farklı kanallardan devletin ihtiyaç hissederse kullanabileceği bir enstrüman. Şu anda bir görüşme yok ama bundan sonrası için bağlayıcı şekilde konuşmak devlet açısından doğru değil. Bazen yapmayacaklarını söylemesi yanlıştır çünkü lüzumsuz tepki oluşturur. Bazen de yapacaklarınızı söylemezsiniz. Davul zurnayla da görüşme yapılmaz.

Yaklaşık 13 aydır Öcalan’dan ses yoktu. Şimdi artık sürece katılmak istediğinin bir sinyali mi söyledikleri?

Bu süreç oradakinin ne düşündüğüyle başlayacak bir süreç değil. Bu görüşmelerin kesilmesinde zaman zaman gerçekten kötü hava koşulları etkili oldu. Örgütü yönetmek için avukatlara talimat verdiği için de zaman zaman görüşmelerin kesildiği oldu. Kendisinin aile fertlerini kabul etmediği, görüşmediği durumlar da oldu. Şu ana kadar ki sessizlik devletin bir izolasyonu, tecriti gibi takdim ediliyor, ama öyle değil. O süreçte Kandil saldırılarıyla İmralı’yı gömmüştür; Öcalan’ı boşa çıkartmıştır ve anlamsızlaşmıştır. Çıkıp da söyleyecek bir lafı kalmamıştır. O kadar karmaşık, çalkantılı bir süreçte olanları algılayıp yön çizme veya yönlendirme yeteneği de kalmamıştır. Kandil defalarca Öcalan’ı boşa düşürmüştür, adeta sadece işine geldiği oranda kullanmıştır. Öcalan da kendini boşa düşürecek çıkışlar yapmaktan çekiniyordur. Devletin ilgili kurumları gelişmeleri analiz ederler ve ihtiyaç görülürse farklı yöntemler denenebilir. Bu konuları siyasi polemik düzeyinde gündemde tutmak, devletin elini zayıflatır.

Demokratikleşmeden bahsederken Balyoz gibi siyasi davada, davalarda toplumsal vicdanı ‘adil yargılama oldu mu acaba’ diye ikircikte bırakacak uygulamalar olması sizi hükümet olarak rahatsız etmiyor mu?

Tabii bizim buna müdahale etme hakkımız yok. Buna biz sebep olmuyoruz. Ama neticede bir yargılama var, bunu küçümsemek, itibarsızlaştırmaya çalışmak da doğru değil. Her yargılama sürecinin içinde bazı hatalar olabilir ama bütün bu yargılama sürecini boşa çıkarmaya çalışmak daha büyük bir hatadır. Ortada hiçbir demokratik ülkede olmayacak şekilde vahim iddialar var. Bunların hepsi can sıkabilir ama Türkiye’nin bunların hepsini geride bırakması gerekiyor. Darbe girişimlerine yönelik iddiaların yargı konusu olması büyük bir hadisedir, büyük resmi göz ardı etmemeliyiz.

Dava usülleriyle ilgili olarak daha önce Başbakan mesela İlker Başbuğ’un tutuklu yargılanmasına karşı olduğunu dile getirmişti. Balyoz davası için iddia edilen hukuksuz uygulamalar sizi hiç rahatsız etmiyor mu?

Türkiye ileri demokrasiye doğru bir yolda yürüyor. Bunun için bir mücadele veriyoruz. Her alanda ciddi dönüşümler gerekiyor. Burada elbette yargıyla ilgili de bazı memnuniyetsizlikler olabilir, ideal noktaya ulaşmak için daha yapılacaklar olabilir. Ama neticede iyiye doğru bir mesafe alıyoruz. Yargıyı etki altına almak için baskı oluşturmaya matuf polemikler doğru değil.

O zaman hükümetin baktığı yerden Balyoz davasından çıkan kararlar Türkiye demokrasisi açısından çok büyük bir kazanım mıdır?

Bu bir süreç. Ortada ciddi iddialar var. İlk defa bu tür iddialar üzerine bir yargılama ortaya çıkıyor. Bu girişimlerin yargı konusu olması bir kere önemli hadisedir. Bu girişimlerin bir daha ortaya çıkmaması için bunu yapanların faturasını ödemesi, Türkiye’nin demokratik geleceği açısından büyük önem taşıyor. Münferiden şahıs bazında üzüntü verici hikayeler çıkartılabilir. Bir de tersinden düşünelim, o iddialar gerçeğe dönüşseydi o zaman belki önümüzde başka acı hikayeler olacaktı. Hükümet bütün kurumları idare etmesi gerektiği için daha sorumlu davranıyor ve daha ileri beyanlarda bulunmuyor. Son derece sükunet içinde gelişmeler takip ediliyor, yeni tahriklere fırsat verilmiyor. Bütün kurumların motivasyonunu sağlaması gereken hükümettir ve hükümet geçmişten dersler çıkarır ama geleceği kuracak şekilde ileriye bakar.

ESAD HER HALÜKARDA GİDER

Esad’a muhalif unsurlar Türkiye’de örgütlendi ki ÖSO daha geçen haftaya kadar merkezlerinin Hatay olduğunu söylüyordu. Türkiye neredeyse savaşın bir cephesi haline geldi.

Savaşın bir cephesi değil Türkiye. Türkiye üzerinden silahlı gruplar arasında böyle bir geçişkenlik söz konusu değil. Oradaki kamplar tamamen insani kamplar. Burada sorun şu; Esad’ın bu yönetimi sürdürülebilir değil. Bu yönetim her halükarda gidecek. İster muhalifler galip gelsin, ister ekonomik kriz toplumsal olaylar iktidarı çöküşe sürüklesin… Mesele bundan sonra kimin geleceği, nasıl bir düzen kurulacağı... Bu konuda bazı ülkelerin kafası netleşmediği için bu fetret dönemi biraz uzun sürüyor. Şu an Esad’ı destekleyen ülkeler de biliyor Esad uzun süre kalamaz. Ama herkesin farklı bir kaygısı var. İsrail’in de İran’ın da; Rusya’nın da. Bu ülkelerin küçük de olsa haklı kaygıları da olabilir, bunları da nazara alarak Esad’sız bir düzen kurulabilir.

İsrail ile arka kapılardan mesajlaşıyor musunuz?

Bilgim yok…

Türkiye Suriye’deki bu fetret dönemi dediğiniz süreci daha az müdahil olarak geçiremez miydi?

Türkiye’nin şu anki politikası kaçınılmaz bir politikadır. Gözünü kapatmak, sırtını dönmek, kapıyı pencereyi kapatmak bu meseleden Türkiye’yi kurtarmaz. 900 kilometrelik sınırımız var. Oradaki bütün gelişmeler sizi etkiliyor. Türkiye burada çok ileri işler de yapmış değil.

Yapmamışsa ileride yapar mı? Silahlı müdahale noktasına gelinirse Türkiye bu kampın içinde yer alır mı?

Şu anda Batılı ülkelerde kısa vadede böyle bir eğilim görünmüyor.

ERDOĞAN TÜRKİYE’NİN LİDERİ UZUN SÜRE DE BÖYLE OLACAK

Tayyip Erdoğan’ın genel başkanlıkta son dönemi. Tayyip Erdoğan’sız bir AK Parti nasıl bir parti olur?

Tayyip Erdoğan’sız bir siyaset ya da yönetime Türkiye hazır mı? Değil. Türk siyasetinin geleceğinde Tayyip Erdoğan yine en önemli şahsiyet olacaktır. Erdoğan sadece AK Parti’nin değil, Türkiye’nin lideridir ve daha uzun süre bu böyle olacaktır.

Cumhurbaşkanı olarak ama değil mi?

Sıfatını bilmiyorum. Bugünden cumhurbaşkanlığıyla ilgili bir irade ortaya koymak hem Başbakanın iradesine hem de Cumhurbaşkanımıza karşı yakışıksız olur. Bunu o zaman göreceğiz. Ama ben şunu söylüyorum, Türkiye hükümet sistemi olarak zaten tıkanmış noktada. Bu mevcut yapıyla, parlamenter sistemle Türkiye yönetemeyen, kendisini idare edemeyen bir durumdaydı. AK Parti’nin güçlü tek parti iktidarı bunu bir noktaya getirdi. AK Parti’yi sistemden çekersek zaten sistem iflas etmiş bir sistemdir. Türkiye’nin 2023 hedeflerine ulaşabilmesi, bölgesel bir aktör haline gelebilmesi için Türkiye’nin bu ayak bağlarından kurtulması, kendisine uygun bir araca binmesi lazım. Yarı başkanlık, başkanlık ya da partili cumhurbaşkanlığı meselesi ivedilikle değerlendirilip bu konuda adım atılması lazım. Halkın cumhurbaşkanını seçeceği referandumun olduğu gün zaten o can çekişen sistem başka bir noktaya evrildi. Artık bu noktadan itibaren bu sistem tartışmasını ciddi şekilde yapıp adım atmak gerekiyor. Yarı başkanlık sistemine benzemeye başladı zaten Türkiye. Bu çerçevede bir değişim olursa zaten liderler meselesi de otomatik olarak çözülür. Bu nasıl, ne zaman yapılır, nasıl bir uzlaşmayla yapılır bunu zaman içinde göreceğiz.

Adı Cumhurbaşkanı, Yarı Başkan ya da Partili Başkan...ne olursa olsun Tayyip Erdoğan Köşk’e çıkıyor değil mi?

Köşke çıkıyor mu çıkmıyor mu başka şey. Ama sistemle ilgili gerekli düzenleme yapılırsa, bu tür sorular da anlamsız hale gelir.

MİSYON ADAMIYIM, FİKİR ADAMIYIM KİŞİSEL İHTİRAS PEŞİNDE KOŞMAM

Manşetler atıldı Tayyip Erdoğan’ın başbakan adayısınız diye...

Zaman zaman iyi niyetli yakıştırmalar olabiliyor. Ama bu tür çıkışlar genelde itibarsızlaştırmaya, polemik içine çekip gözden düşürmeye yönelik kullanılmıştır bugüne kadar. Bu tür yakıştırmaların benim için hiçbir kıymeti yok. Bu tartışma içinde benim ismimin de bir anlamı yok. Yapılmak istenen emanetçi başbakan tartışması başlatarak Başbakanın bundan sonraki süreçte herhangi bir müdahalesinin veya etkisinin olmamasına yönelik hassasiyet üretmektir. Benim ismimin tartışılmasından ziyade emanetçi başbakan tartışılmasının açılması olarak görüyorum. Bu bir siyaset mühendisliği hareketi, AK Parti medya manipülasyonlarıyla karar vermez.

Neden öyle olsun? Sizin siyasette böyle bir iddianız olamaz mı?

Bizim bu tür iddialarımız bugüne kadar hiç olmadı. Kişisel ihtiras peşinde hiç koşmadık ve hesap yapmadık. Biz misyon adamıyız. Bize bir görev verilirse onu en iyi şekilde yapmaya çalışıyoruz. Bizim için en rahatı köşe yazarlığı yapmak, hocalık yapmak, insanlara fikirlerimizi anlatmaktır. Biz fikir adamıyız. Partimizin oyun planında bize ne görev düşerse biz bir nefer olarak ona odaklanırız.

Cansu ÇAMLIBEL - Hürriyet

  • Yorumlar 1
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Diğer Haberler
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89