Başarılı bir halkla ilişkiler çalışmasıydı. “Hükümetin Yeni Kürt Stratejisi”ni anlatmak için dört gazete seçilmişti. İkisi (Milliyet ve Taraf) haberi manşetten gördü; diğer ikisi ise (Habertürk ve Yeni Şafak) bu haberi Ankara temsilcilerinin makalelerinde ayrıntılı bir şekilde işledi. Hükümet, toplumun ilgisi istediği yöne çekmeyi başardı. Gündemi, yine o belirledi; televizyon ekranlarında ve gazete köşelerinde “yeni strateji” tartışıldı.
Haberin zamanlaması, şapka çıkartılacak kadar başarılıydı. Hükümetin Newroz siyaseti ve pratiği çuvallamıştı; hükümet, sert eleştirilere tabi tutuluyordu. Eleştirilerin etkisini hafifletmek için bu strateji medyaya servis edildi. İki amaç vardı: Bir taraftan Newroz kutlamalarına izin verilmemesinin haklı (!) gerekçeleri halka anlatılacak ve bu siyasete meşruiyet sağlanmaya çalışılacaktı. Diğer taraftan ise, alt düzeyden bir siyasetle müzakere niyeti dillendirilecek ve son zamanlarda çok fazla sayda kişinin paylaştığı “hükümet, güvenlikçi perspektife teslim oldu” yolundaki eleştiriler karşılanacaktı.
İşin medya ayağı iyi kotarılmıştı; ancak stratejinin içi boştu, bu nedenle elde patladı.Bütün pozisyonlarını hükümetin attığı her adımı doğrulamak üzere kuran yeminli hükümet yanlıları haricinde hiç kimse, bu stratejiyle hayırlı bir sonuca ulaşılacağına ikna olmadı.
Tesbitler
Hükümetin stratejisi üç tesbitin üzerine oturuyor: Birincisi, stratejiyi hazırlayanlar Kürt meselesinde yapılması lazım gelenleri büyük ölçüde yaptıklarını düşünüyorlar. Kürtlerin, hükümetin yaptıklarıyla yetinmesi gerektiğini belirtiyorlar. Bunun ötesindeki talepleri gündem taşımanın - özgürlükçü bir amaç taşımadığını aksineayrışmaya ve bölünmeye giden yolu açacağını söylüyorlar.
İkincisi, strateji sahiplerine göre, Kürt meselesini çözmek için PKK ile görüşmek büyük bir risk taşıyor. Bu, Türk kamuoyunda büyük bir infiale sebebiyet veriyor ve “Kürt Sorunu”na ek olarak bir de “Türk Sorunu” oluşturuyor. Türk Sorunu ise, Kürt Sorunundan daha yıkıcı ve daha ağır sonuçlar üretme potansiyeli taşıyor.
Üçüncüsü, hükümet cenahı, kendilerini desteklemeyen bütün Kürtlerin sadece korktukları için PKK’ye destek verdiğini varsayıyor. Alper Görmüş işaret etiği üzere, bu temel varsayımdan yola çıkan hükümet şu hesabı yapıyor: “Eğer PKK’nin gücü Kürtleri korkutamayacak kadar düşük bir seviyeye geriletilebilirse Kürtler bundan mutluluk duyar ve hükümetin çözüm planlarını desteklemeye başlar.”
Üç tesbitin de yanlış olduğu kanaatindeyim. Bir kere, hem Kürt meselesi özelinde hem de Türkiye genelinde, demokratikleşme noktasında alınması gereken epey mesafe var. Anadilinde eğitim, siyasi temsil, siyasi parti hürriyeti, öz-yönetim, vatandaşlık, ifade hürriyeti, vb. birçok konuda orta yerde daha bir sürü yasal ve anayasal engel bulunuyor. Bugün tek bir Kürt, çocuğuna anadilinde eğitim veremiyor. Aynı davada yargılan iki kişiden Arap olanı kendini anadiliyle savunurken, Kürt olanının anadilinde savunma isteğine Türkiye mahkemeleri geçit vermiyor. Cezaevleri, Kürt siyasi taleplerini taşıyanların değişmez meknı olmaya devam ediyor. Durum bu iken, Kürtlere dönüp “Her şeyi yaptık, daha ne istiyorsunuz? Artık yapacak bir şey beklemeyin”demek, ayıp oluyor.
“Türk sorunu çıkar” argümanı ise, son derece ilginç. Bunu, açılım politikalarının ilk dönemlerinde açılıma karşı olanlar kullanıyordu. “Açılım falan deyip de başımıza bir de Türk sorunu çıkarmayın” deyip hükümeti hizaya çekiyorlardı. Oysa daha sonraki süreçte yaşananalar bu argümanın halk nezdinde bir geçerliliğinin olmadığını kanıtlıyordu. Mesela AKP, Türk siyasetinin en büyük mitlerinden biri olan “Teröristlerle görüşülmez” mitini yıktı, Öcalan ve İmralı ile görüştü. Halkın buna olumsuz bir tepkisi olmadı; tersine “Sorunu çöz de kimle görüşürsen görüş” şeklinde okunabilecek bir açık çek verdi. AKP, demokratikleşe vitesini yükselttiği her durumda halkın desteğini arkasında buldu; halk demokratikleşmeye köstek değil destek oldu. Ama buna rağmen dün bir zamanlar hükümet karşıtı olanların kullandığı bir gerekçe, bugün hükümet çevrelerinde geçer bir akçeye dönüşüyor ve ne hazindir ki siyaset bunun üzerinden inşa ediliyor.
Kürtler PKK’nin esiri değil
PKK ile Kürtler arasındaki ilişkiyi “korku” üzerinden okuyan yaklaşımlar da gerçeğe tekabül etmiyor. Devlet adına siyaset oluşturanların -her şeyden önce- Kürtlerin PKK’nin esiri olmadığını görmesi gerekiyor. PKK’nin tabanını oluşturanlar dahil Kürtler, PKK’nin her politikasını ve eylemini sorgusuz sualsiz benimseyen bir güruh değil. PKK yanlış yaptığında -mesela “devrimci halk savaşı” gibi anakronik ve kanlı politikalar yürüttüğünde- halk PKK’ye tepki gösteriyor, ona verdiği desteği geri çekiyor. Yani korkudan aklı başından gitmiş ve aklını PKK’nin cebinde taşıyan bir Kürt kitlesi yok. İktidar ve destekçilerinin hoşunuza gitmeyebilir ve kabul etmek istemeyebilirler ama PKK’ye destek verenler korktukları için bunu yapıyor değiller. Onlar, PKK olmasaydı Türk devletinin Kürtlere -Kürt olarak- hayat hakkı tanımayacağını düşündükleri için PKK’nin arkasında duruyorlar. Bu ise PKK’ye güçlü bir sosyolojik meşruiyet sağlıyor.
Bu sosyolojik meşruiyet ancak iki yönlü bir politika ile çözülebilir/azalabilir: Bir yandan Kürtlerin hakkını -şeksiz şüphesiz, şartsız şurtsuz- teslim edecek bir demokratikleşme programının, diğer yandan ise PKK’lilerin normal hayata dönmesini sağlayacak bir silahsızlandırma programının yürürlüğe girmesi gerekiyor. Bunun yerine siz, daha fazla PKK’linin öldürülmesini hedefleyen bir proje koyarsanız, nihayetinde PKK’yi güçlendiren değirmene su taşımış olursunuz.
Eski tas eski hamam
Yanlış zemin üzerine sağlam bina kurulmaz. Hükümetin stratejisi yanlış kabullerden hareket ediyor, dolayısıyla bunun çözüm için doğru sonuçlar üretme ihtimali taşımıyor. Stratejide, “yeni” sıfatını hak edecek bir unsura rastlanmıyor. “İmralı, Kandil, Avrupa’da PKK muhatap alınmayacak. Kürtler PKK ve KCK baskısından kurtarılacak. Silahlı eylemler devam ettikçe PKK ile mücadele devam edilecek.” Bunlar duymaktan artık gına getirilen laflar. Kürt meselesini özünde bir asayiş sorunu olarak göre ve hali hazırda zaten uygulanan bu politikalarla çözüme ulaşmak ham bir hayal.
“Terör örgütüyle mücadele uzantılarıyla müzakere”ifadesi de, tam bir “eski tas eski hamam” durumu. Erdoğan, bunu, DTP/BDP’nin Meclis’e geldiği 2007’den beri dillendiriyor, ancak bundan pozitif bir sonuç çıkmıyor. Çünkü kendine muhatap beğenme ve bu muhatapla müzakere etmeyi bir lütuf olarak sunmanın verdiği rahatsızlık bir yana, müzakere etmek sürekli bir şart öne sürülüyor. BDP’den, PKK ile arasına mesafe koyması ve PKK’den bağımsız bir siyasi irade göstermesi bekleniyor. Gerçekleşmesi imk�nsız bu şart ise, daha en baştan müzakerenin muhatabını ortadan kaldırıyor. Yani hükümet bir taraftan “parlamento dışından dışında çözüm aramayacağız” derken, diğer taraftan parlamentodaki tek siyasi kanalı da işlevsiz kılıyor.
Kaldı ki tek başına BDP ile görüşmek de sorunun çözümüne yetmez. Zira silahsızlandırma, bu sorunun en önemli boyutlarından biridir. Eğer gaye örgütün silahsızlandırılması ise yapılması gerek bizzat o örgütle tekrar görüşmelere başlamaktır. PKK’yi devre dışı bırakarak çözüme ulaşılmaz.
Ezcümle bu stratejide öncekilerden farklı herhangi bir unsur yok; hükümet, seleflerinin yaptıklarını tekrardan ısıtarak “yeni” diye lanse ediyor. Hükümet, 2014’e odaklanmış durumda; bu nedenle Kürt meselesinde demokratikleşmeyi esas alan yeni bir politika üretme cesareti göstermiyor ve bunun yerine toplumun önüne temcit pilavı sürüyor. Ancak bu temcit pilavı, Kürt meselesini çözmeyecek; aksine demokratik alanı daha da kısıtlayacak ve sorunu daha da derinleştirecek. Nitekim öncü işaretler görülmeye başlandı; Ahmet Türk’e atılan yumruk, Hasip Kaplan’a posta koyan polis amiri ve Özgür Gündem’e verilen sansür cezası, demokrasi ve özgürlük karşıtı havanın giderek ağırlaşacağına karine teşkil ediyor.
Vahap Coşkun
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.