Yazar Ali Fikri Işık, Türkiye’de ortaya çıkışından beri ismi devlet şiddetiyle özdeşleşen vicdani reddin savunucularından ve 15 Mayıs’ta kurulan Vicdani Ret Derneği’nin kurucularından biri. Vicdani retçi Işık, 12 Eylül sonrasındaki Diyarbakır Askeri Cezaevi günlerini, kişisel vicdani ret serüvenini ve askeri yargıda hâlâ devam eden davalarını Türkiye’den Şiddet Hikayeleri’ne anlattı.
12 Mart 1980’de, 12 Mart askeri müdahalesini protesto ederken Diyarbakır’da gözaltına alındım. O dönemde zaten sıkıyönetim ilan edilmişti ve hukuk ile kolluk tamamen askerlerin elindeydi. Polisle veya sivil yargıyla hiç muhatap olmadım; yakalayan da, gözaltında işkence eden de, yargılayıp ceza veren de askerlerdi. Hiçbir askeri suç işlemediğim halde, “öğrenim özgürlüğünü engellemek” iddiasıyla yargılanıp tutuklandım. Cezanın infazı için de ünlü 5 No’lu Askeri Hapishanesi’ne götürüldüm.
Diyarbakır Askeri Cezaevi’nin sizdeki tezahürü nasıl oldu?
Orada 3 yıl 8 ay geçirdim. 12 Eylül’ün hiçbir değer tanımayan, insanlığa ve Kürtlüğe düşman saldırısını an be an yaşadım. Şimdi bile o günleri anlatırken nesnelleşemiyorum, kendimi hâlâ o günlerin bir parçası olarak hissediyorum. İnanılmaz bir travma… Zaten her Kürdün yaşadığı böyle bir ikili travma var. Birincisi 7 yaşında okula gidip de, o güne dek ailenizden ve çevrenizden gördüğünüz, tanıdığınız kültür ile konuştuğunuz dilin geçersiz olduğunu görmektir. İkincisi ise 12 Eylül saldırısıdır. Bu saldırının en somut hali de Diyarbakır Cezaevi’dir. Hâlâ tam olarak bükemediğim kolum, bu travmayı bana her an hatırlatır. İşkencede kırılan kolum, 6 ay boyunca hiçbir ilaç ve doktor müdahalesi olmayınca kendi kendine kaynadı.
Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde tipik bir gün nasıldı?
Her sabah 05.15’te uyandırırlardı ve küçük bir tas yemekle, minicik bir ekmeği dört kişiye bölüştürürlerdi. Yemeği aldığımız anda askerler, “Son say üç!” diye bağırırlardı. Üç saniye içinde yemek zorundasınız yani, o telaşta ne yiyebilirsen artık… Saat 7 buçuğa kadar ayakta Atatürk ilkeleri ve inkılap tarihi okunurdu. 7 buçuktan sonra sayım, daha doğrusu sabah dayağı olurdu ve istisnasız herkes şiddetten payını alırdı. 9’a kadar tekrar Atatürk ilke ve inkılapları, ardından 11’e dek havalandırma. Ama o da volta atmak değil; Andımız, 10 kıtadan oluşan İstiklal Marşı ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi okunuyor, daha sonra kaz adımlarıyla, tam iki saat boyunca askeri marşlar söyleniyor. Bu marşlar sırasındaki her hareketiniz dayak ve işkence sebebidir: Havalandırma dikdörtgendir, köşeleri sert biçimde dönmemek, ayaklarınızı 70 santimlik kaz adımı olarak atmamak veya dizleri kasıklara kadar çekmemek işkence sebebidir. Aynı şeyler gece yatana dek tekrarlanarak sürer. Gece de koğuş içlerinde zorunlu nöbetler vardır ve nöbetçiler saatte bir değiştirilir. Dayakla sürekli güçsüzleştirilen, yetersiz beslenmeyle direnci kırılan beden, bir de uykusuzlukla baş etmek zorundadır.
Tüm gün ve yıllarca süren sistematik işkencenin sebebi neydi?
Cezaevinin iç güvenlik amiri Esat Oktay Yıldıran, ilk geldiği gün merkezi yayından bize, “Buradan ya ölünüz çıkar ya da dışarı çıktığınızda bir işe yaramayacak hale gelirsiniz” demişti. İçeride tek suçu, yoldan geçen devrimciye bir bardak su vermek olan yaşlı köylüler, 15 yaşındaki çobanlar dahi vardı. 3 yıl 8 ay boyunca askerliğin âlâsını yaptırdılar bana. 2012’de yeniden başlayan askeri mahkemelerde de hep bunu söyledim, “Eğer ben askersem, bana zaten askerliğimi yaptırdınız. Yok, sivilsem buyurun bu yapılanların hesabını soralım” diye yaptım savunmamı. Devletin algısı 1980’lere kadar geliyor ama sadece beni suçlayabileceği ayrıntıları hatırlıyor, o dönemde bana yapılanlarla hiç ilgilenmiyor.
3 yıl 8 aylık sürenin sonunda tahliye olmanızla birlikte doğrudan askere mi alındınız?
Önce cezaevinde 53 gün boyunca fazladan tuttular. Sonra’da ellerim kelepçeli halde Diyarbakır Askerlik Şubesi’ne teslim ettiler. 15 gün boyunca şubede, birliğimin bulunduğu Tekirdağ’a gönderilmeyi bekledim. Tekirdağ’a geldiğimde resmi tahliye tarihimin üzerinden neredeyse 3 ay geçmişti ama bir günlüğüne ailemi görmeme izin bile verilmedi.
Birliğe giderken zorunlu askerliğe ilişkin neler düşünüyordunuz?
O kadar korkutulmuş ve sindirilmiştim ki ne yapacağımı bilmez haldeydim. İlk davadan aldığım infazı yatarken askeri yargı hakkımda bir dava daha açmıştı. 8 yılla yargılandığım o davanın duruşmaları sürerken, ilk yattığım ceza bitti ve askere alındım. 1983’te, Tekirdağ’da 59 günlük askerken, bir öğlen çavuşun biri elinde belgelerle geldi. 7’nci Kolordu Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nden tekrar gözaltına alınmam için bir emir verilmişti. Oradaki arkadaşlara, “Ben o cezaevine dönmem çünkü oradan sağ kurtulduğuma hâlâ inanmıyorum. Firar ediyorum” dedim ve kaçtım. Aynı yıl dava da sonuçlandı ve 8 yıl hapis cezası aldım. Anlayacağınız, hem asker firarisiydim, hem de sırtımda küfe gibi bir 8 yıl vardı.
TSK ile bir sonraki temasınız ne zaman gerçekleşti?
2 Ağustos 1991’de İstanbul’da yakalandım. Hüküm giydiğim 8 yılın beşte birini Batman Cezaevi’nde yattım ve 18 Ocak 1993’te tahliye oldum. Ama yine serbest bırakmadılar. 10 Nisan 1992’de, cezaevinde gardiyanların şahitliğinde evlenmiştim ve ailemi görmeme izin vermeksizin, ellerim kelepçeli vaziyette Tekirdağ’a götürüldüm. Ama önceki birliğim lağvedildiği için kimse beni kabul etmedi. Görüştüğüm bir askeri yetkili, “Senin birliğin Kırklareli’nde. İşte bunlar da evrakların. İster git, ister gitme!” deyince İstanbul’a geri döndüm.
Politik kimliğinizi göz önünde bulundurup, sizle daha fazla uğraşmak istemedikleri için mi dolaylı yoldan gitmenize izin verdiler?
Tekirdağ’a vardığımızda günlerden Cuma’ydı ve birliğim belli olmadığı için işlemlerim tamamlanamamıştı. İşlemlere Pazartesi devam edebilmek için beni önce gözaltına almaya kalktılar. Hukuki bir karar olmadan bunu yapamayacaklarını, ısrarlı olmaları halinde de kararı bana tebliğ etmeleri gerektiğini söyledim ve tartıştık. Bunun üzerine beni bir yüzbaşının yanına götürdüler ve aynı şeyleri ona da anlattım. Yüzbaşı, “Ben Allah’tan korkarım!” deyip çay söyledi ve sohbet etmeye başladık. O sırada Diyarbakır Askeri Cezaevi’ndeki uygulamaları da anlattım. Ben anlattıkça şaşırdı, “Kuran-ı Kerim’i, İslam’ı öğretmiyorlar mı?” diye sordu. Konuşmamızın bitiminde beni hafta sonunu geçirmem için subay koğuşuna gönderdi ve hafta başında kendisini tümen karargâhında ziyaret etmemi söyledi. Hafta sonunu kentte dolaşarak, geceleri birliğe dönüp yatarak geçirdim. Pazartesi yüzbaşının yanına gittiğimde, “Birkaç arkadaşım var, Cuma akşamı anlattıklarını aynen onlara da anlat” dedi. Çok geçmeden albaylar, binbaşılar geldi ve cezaevi hikâyelerimi dinlediler. Sonra İstanbul’dan birilerinin telefon numaralarını verdiler ve bu kişilerin rapor almamda yardımcı olabileceğini söylediler. Kimliğimi ve evraklarımı verip, “Bu saatten sonra ne sen bizim işimize yararsın, ne biz senin işine yararız” dedikten sonra beni serbest bıraktılar. İstanbul’a döndüğümde çürük meselesini biraz araştırdım ama çok pahalı olduğunu gördüm. Sürecin tamamı yasaldı ama açıktan 20 bin dolar para istiyorlardı. İyi tezgâh kurmuşlardı…
1980’lerin sonundan itibaren Osman Murat Ülke ve Tayfun Gönül gibi vicdani retçiler bilinirlik kazanmaya başlamıştı. TSK’ya göre firari olduğunuz dönemde vicdani retten haberdar mıydınız?
Elbette haberdardım. Her ikisinin de çabaları çok takdire şayandır ancak özellikle Tayfun Gönül’ün direnişi, mahkemelere don-külot çıkması benim için hem bir dramdı, hem de bir ilham kaynağıydı. Bir gün yakalanırsam, onların bıraktığı yerden devam etmeyi zaten tasarlamıştım. 8 Haziran 2012’de firar suçundan Diyarbakır’da yakalandığımda, bu işi bir vicdani ret davasına çevirmek için koşullar son derece elverişliydi. Gazeteciydim, Taraf Gazetesi yazarıydım, televizyonlarda görünür olmuştum, üstelik epey de yaşlanmıştım. Dolayısıyla kimse yan gözle bakmadı bana. Önce Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde 10 gün yol tutuklusu olarak kaldım. Edirne’deki askeri cezaevine götürüldüğümde, “Vicdani retçiyim, beni hiçbir kuralınız ilgilendirmiyor. Ben asker değilim, sizin askeriniz hiç değilim. Sizin askeriniz olsam zaten burada olmazdım, sizin de bana nöbet tutturacak gücünüz olurdu. Ama böyle bir gücünüz yok, demek ki başka bir hukuk içinde yürüyoruz. Bu tutukluluk hukukudur. Mahkeme benim özgürlüklerimi sınırlandırmıştır. Ama benim insan olarak haklarımı elimden alamaz. Bunun için mücadele edeceğim” dedim. Önce koğuş meselesinde sorun çıktı. Koğuş dedikleri şeyler içinde tuvalet ve dört ranza olan hücrelerdi aslında. Hücrede olmam için cezaevinde bir suç işlemiş ve mahkeme tarafından cezaevindeki özgürlüğümün sınırlandırılmış olması gerekiyordu. Görüşmelerimiz sonucunda bütün hücreleri koğuşa dönüştürdüler. Havalandırma ve tektip kıyafet meselesini de çok önemsedim. Uzun pazarlıklar sonucu sabah 6’dan gece 1’e kadar dışarıda kalma özgürlüğü kazandık ve tektip zorunluluğu ortadan kaldırıldı.
Duruşmalarda neler yaşandı?
19 Haziran 2012’deki ilk duruşmada, 1983’te firar ettiğimi kabul ettim ancak firarımın nedenselliğini açıkladım. Firar yerine 12 Eylül’ü yargılamamız gerektiğini belirttim. 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de ve 28 Şubat’ta bu ordunun yaptığı müdahalelerin, hukuken askerlik tanımına uymadığını açıkladım. Sivil bir kişiyken askerler tarafından bana yapılanların açıklanması gerektiğini, vicdani ret tartışılmadan bu mahkemenin vereceği hiçbir kararın anlam taşımayacağını söyledim. “Yamalar yaparak, bedelliler çıkartarak meseleleri kendinizce çözmeye çalışıyorsunuz ama bunlar geçici çözümler. Mevcut süreçte vesayetle bir mücadele sürdürüldüğü söyleniyor. Vesayeti kökten geriletecek şey vicdani reddin kabulüdür. Ben anti militarist bir insanım; her türlü orduya ve hiyerarşiye karşıyım. Silahla hiçbir sorunun çözülebileceğine inanmıyorum” diye konuştum. Mahkemede ısrarcı olduğum bir diğer konu da anadildi. Diyarbakır cezaevinde başıma gelen işkenceleri bir dille, bir kültürle yaşadım. Bu dilin adı Kürtçe’dir. Dolayısıyla benim hikâyemi Kürtçe’den başka hiçbir dil temsil edemez. Mahkeme heyetine de, “TSK’nın sadece terörle mücadelede bir araç olduğunu kanıtlayın. Kürtlere, Kürtçeye, Kürt kültürüne ait değerlerle bir alıp veremediğiniz olmadığını kanıtlayın. Bir tercüman getirin ve anadilde savunma yapmama izin verin. Ben bir Kürdüm ve benim ülkemdeki savaşı yürüten TSK’dır. Benim size hiçbir borcum yoktur, asıl borçlu olan sizlersiniz” dedim. Elbette bu söylediklerimin hiçbirine itibar etmediler ve tutukluk halimin devamına karar verdiler. 14 Ağustos’taki duruşmada da tercüman talebimi dikkate almadılar ama ben savunmamı Kürtçe yaptım, avukatlarım söylediklerimi Türkçe’ye çevirdiler. 17 Ekim 2012’deki duruşmada ise tahliye ettiler ve birliğimin Kırklareli’nde olduğunu söyleyip iki gün yol izni verdiler.
Ekim 2012’deki tahliyenizden Şubat 2013’de tekrar tutuklanmanıza kadar geçen sürede neler oldu?
Bana Kırklareli’ne gitmemi söylediler ama tabii yine İstanbul’a döndüm. Özellikle firar durumu oluşsun diye 26 gün sonra Edirne’deki askeri savcılığa gidip, “Ben geldim ama askerlik yapmayacağım. Buyurun, cezaevine götürün ya da mahkemeye çıkarın” dedim. Savcı Kırklareli’ndeki birliğin de lağvedildiğini, dolayısıyla hakkımda bir ihbar olmadığını, beni tutuklayamayacağını söyledi. “Bize çok sorun oldun, bu işi mutabakatla çözelim. İkinci firar davasını açmak istemiyorum. Seni Edirne’nin askeri olarak gösterelim. Git hastaneye yat, rapor almana yardımcı oluruz” dedi. Ancak zaten Çorlu ve Kasımpaşa’daki askeri hastanelere gitmiştim ve askerliğe elverişli olduğuma ilişkin görüş bildirmişlerdi.
Askerlikle ilişiğinizi kesecek olası bir raporda, psikolojik rahatsızlıklarınız mı bahane edilecekti?
Mahkemeler vicdani reddi bu şekilde manipüle ediyorlar. TSK, vicdani retçileri psikiyatri koğuşlarına göndererek kişilik bozukluğu, şizofreni gibi yaftalarla bünyesinden atmaya çalışıyor. Bunu kabul etmiyoruz. Bu bir itibarsızlaştırmadır; fakat itibarsız olan TSK’dır. Duruşma öncesinde bir psikiyatr getirmişler, hakkımdaki bin sayfalık raporu önüne koymuşlar. Duruşmadan önce benimle 10 dakika görüşüp, hakkımdaki kanaatini mahkemeye bildirecekmiş. Psikiyatra, “Mahkeme size bu dosyayı bugün vermiş; bin sayfayı okuyup benimle görüşmek için 10 dakikanız var. Bu mudur bilimin namusu? Benim 5 dakikada anlatılacak bir hikâyem yok. Sizin belirttiğiniz kanaat onlar için bir yargı olacak. Bu kanaatin hiçbir bilimsel tarafı yoktur, herhangi bir görüş bildirdiğiniz takdirde sizi dava ederim” dedim. Duruşmada da bu değerlendirmeyi kabul etmediğimi belirttim ve ilgili uzmandan şikâyetçi oldum.
Psikiyatr hakkınızda mahkemeye ne yönde görüş bildirdi?
Askerlik yapmaya elverişli olduğumu söyledi. Ancak askere alma yasası açık; yasaya göre bir kişinin askere elverişli olup olmadığına bir uzman değil, heyet karar verir. Nitekim Çorlu ve Kasımpaşa’da verilen raporlar öncesinde de heyetle bir görüşmem olmadı. Bu itirazı dikkate alan mahkeme heyeti, 19 Aralık’taki duruşmada bana haksızlık yapıldığını kabul etti. Usulde başka bir hata daha yaptıklarını, kendileri söyleyince fark ettik. 2008’de TSK’nın sağlık yönetmeliğinde bir değişiklik yapılmış. Daha önce bir kişinin askerliğe elverişli olmaması için üç defa hüküm giyip cezasının infaz edilmesi gerekiyormuş. 2008’deki değişiklikle birlikte, tek hükmün infazı bu kuralın uygulanması için yeterli hale getirilmiş. Benim de 1980-1983 ve 1991-1993 yılları arasında iki adet hükmüm var. Heyet, o güne kadarki duruşmalar süresince arşivlerden bu hükümlerin bulunamadığını, hastanelerin bu bilgi çerçevesinde raporlarını gözden geçireceklerini söyledi. Hastaneden ek rapor isteneceğini belirtip duruşmayı 27 Şubat’a ertelediler. O duruşmada da hiç beklemediğim şekilde tutuklandım.
Bir önceki duruşmadaki olumlu tavra rağmen, niçin tutuklanmanıza karar verildi?
Önceleri hep bavulumla giderdim ama önceki duruşmada yapılan haksızlığı kabul ettiklerinden 27 Şubat’taki duruşmaya daha tedbirsiz gittim. Hastaneler ek raporlarını düzenlemişlerdi fakat askerliğe uygun olduğum konusundaki görüşlerini yinelemişlerdi. Kovuşturacak başka bir şey olmadığı için mahkeme 1 yıl 15 gün ceza almama karar verdi. Firar suçunu bir daha işlemeyeceğime dair kanaat getirmedikleri için tutuklanmama karar verildi. Mahkemeye, karara itiraz etmeyeceğimi, bu hukuksuzluğu protesto etmek için açlık grevine girdiğimi ilan ettim. Jet hızıyla, 10 günde iddianame hazırlandı ve 13 Mart’ta yeniden mahkemeye çıkarıldım. Tutuklanmamı gerektirecek koşulların olgunlaşmadığı gerekçesiyle tahliye edildim. Bu arada hakkımda, cezaevinde sayıma katılmamak, saç-sakal tıraşı olmamak, tektip giyinmemek gibi suçlardan açılmış bir de disiplin davası vardı. O davanın sonucunda mahkeme beni kınadı. “Asıl ben sizi kınıyorum” cevabını verdim. Bedenimi ölüme yatırdığım gerekçesiyle de cezaevindeki kültürel ve sosyal haklarımdan mahrum bırakılmama karar verildi.
Askeri yargı süreci şu anda hangi aşamada?
8 Nisan’da vicdani reddi kışlada sürdürmek amacıyla Edirne 54’üncü Piyade Alayı Kestanelik Kışlası’na gittim. Hiç zaman kaybetmeden beni askeri savcılığa sevk ettiler. İfademde suç duyurusunda bulunduğumu da belirttim; 11 ay boyunca devletin askeri bürokrasisinin geçmiş dönemde bana ilişkin verdiği kararları bir dosyada toplama becerisi gösteremediği için davanın uzama eğilimi gösterdiğini ve mağduriyeti derinleştirdiği inancıyla davacı olduğumu beyan ettim. Askeri savcılık hakkımda üçüncü davayı da böylece açmış oldu.
TSK kimi zaman, sorun yaratan vicdani retçileri, seslerini daha fazla duyurmalarına fırsat vermeden rapor düzenleyerek kurumdan uzaklaştırmayı tercih ediyor. Sizi tutuklamakta ısrar etmelerini neye bağlıyorsunuz?
12 Eylül’ün yargılanması, vicdani ret ve anadilde savunma konusunda ısrarlı olmamdan ötürü bu şekilde bir yaklaşım sergilediler. Bu konulardaki ısrarım yüzünden sıradan bir vicdani retçi olmaktan çıktım ve burnumu sürtmek istediler. TSK her ne kadar vicdani reddin basında görünmesinden hoşnut olmuyorsa da, askeri cezaevlerindeki kötü muamele ve uzun tutukluluk süreleri yoluyla üçüncü şahıslara mesaj veriyor. Böylelikle gizli vicdani retçiler de kararlarını açıklamaktan korkuyorlar. Oysa günümüzde bu iki durumun da gerçeklik payı yok. Dolayısıyla insanlar korkmasınlar ve açıkça vicdani retlerini ilan etsinler. Gerekli hukuki yardımı aldıktan sonra askeri cezaevlerinde kimse onların kılına bile dokunamaz.
Askeri mahkemeler ve tutukluluklar çalışma yaşamınızı etkiledi mi?
Süreci hızlandırmak istiyorum çünkü 12 aydır çalışmıyorum. Gazetelerde yazmam için teklifler alıyorum ama hâlihazırdaki durumum çalışmama engel oluyor. 19 Haziran 2012’de Diyarbakır’da tutuklandığımda, Milli Savunma Bakanlığı’na bir dilekçe yazdım ve cezaevinde yazılarıma devam etmek istediğimi belirttim. Emsal olarak da Silivri’de yazılarına devam eden gazetecileri gösterdim. Bakanlık ise, Silivri’dekilerin sivil kişiler olduğunu, asker kişinin bir başka mesleği olamayacağı yanıtını verdi. Dolayısıyla yazılarıma da ambargo koymuş oldular. Bu ambargo şu anda da sürüyor.
Yaşadıklarınızın ulusal basındaki görünürlüğünü yeterli buldunuz mu?
2012’deki ilk tutuklanmam sırasında Taraf’tan istediğim coşkuda ve enerjide bir destek bulamadım ancak bu sene olanlardan sonra çok olumlu bir tavır sergilediler. Vicdani retçiler, savaş karşıtları ve Kürt çevreleri de ikinci defa tutuklanmamamdan sonra ciddi anlamda destek oldular. İsveç’te Abdullah Gül’e hakkımda sorular yöneltildi, durumum Alman Parlamentosu’nda ve Birleşmiş Milletler’de de gündeme getirildi. Uluslararası Af Örgütü harekete geçti. BDP milletvekili Adil Kurt, mesele hakkında TBMM’ye bir soru önergesi verdi. Umarım bu meseleye olan destek sadece benle sınırlı kalmaz.
Vicdani ret, ancak askeri mahkemelerden tutukluluk kararları çıktığında veya AİHM kararlarından sonra gündeme geliyor. Vicdani reddin toplumsallaşması önündeki engel ne?
Eksiklik aslında bu ülkenin kültürünü ören genel zihniyetle ilgili. Bu ülke gerçek anlamda özgürlükle falan tanışmadı. “Düşmanlarımız var, dolayısıyla muhteşem bir orduya sahip olmamız gerekir” kodlaması ve yargı herkesi pasifize ediyor. Askeri vesayet ortadan kaldırılmadan normal bir demokratik düzene geçilmesi hayaldir çünkü elinde silah olan hayatınıza hep müdahale eder. Askeri vesayete en ölümcül darbeyi, vicdani reddin toplumsallaşması ve yasal olarak tanınması vuracaktır. İstatistiklere bakıldığında bu ülkede 500 bin asker kaçağı var. Nitekim bu rakam böylesine büyük olduğu için de devlet dönem dönem rüşvet verir, üzeri örtülü, utangaç bir af ilan eder. Adı da bedelli askerliktir. Hâlbuki bu kişilerin aileleri, çocukları da var. Yani vicdani ret milyonlarca insanı ilgilendiren, bu insanları harekete geçirebilecek bir mesele. Neden hiçbir partinin programında vicdani ret yer almıyor? 56 yaşında bir adamım ve biyolojik veya fikirsel olarak da, ruhen de askerlik yapabilecek biri değilim. Hasbelkader ulusal bir gazetede yazmışlığım var. Bu işi toplumsallaştırmak için bir aracım. Benim 18 yaşında harika bir oğlum var ve onu da zorunlu askerlik süreci bekliyor. Kendisinden zorla kopartılmış, yaşamıyla alakasız bir yerde konumlandırılmış bir süreci hem akla, hem de ahlaka uygun bulmuyorum. Korunmaya muhtaç bir gelirim, mülküm yok. Gidip başkalarının servetini, özel mülkiyetini korumak için oğlumun da böyle bir şeye reva görülmesini istemiyorum.
Devletin ve mevcut iktidarın vicdani reddin tanınması yönündeki taleplere yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?
Hükümet, vicdani ret meselesini, TSK’nın profesyonelleştirilmesiyle ilişkilendiriyor ancak bu teknik bir konu değil. Vicdani ret temel bir insan hakkıdır ve TSK’nın iç sorunlarına endekslenemez. Vicdani reddi tanıyan yasanın hemen, şimdi çıkması lazım. Bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa Parlamentosu’nun baskıları var. Eğer görünürlük biraz daha artarsa hükümet bu baskılara dayanamayacaktır. Vicdani ret yasal olarak tanınırsa, bir dizi insan da kendi hayatlarına kavuşmuş olur. 56 yaşındayım; bugüne kadar hiç ikametgâh adresim, sosyal güvenliğim, kredi kartım ve banka hesabım olmadı, hiç oy kullanmadım. Bütün ticari etkinliklerimi başkaları üzerinden kurdum ve inanılmaz zararlar gördüm. Hikâyenin bir de böyle dramatik bir yanı var.
Askerlik gibi ölüme yakın bir işi yapmak, vicdani ve iradi bir karardır. Burada yasal zorunlulukların yeri yoktur. Aslında bu mesele, askerlikle sorunu olanlardan daha çok, askerliğini yapmış ve bu düzeni görmüş insanların dillendirmesi gereken bir şey. Bu ülkedeki hiç kimse zorunlu askerlikten iyi bir dille söz etmez. 15 ay için sana iki elbise veriyor, onla da her gün eğitim yaptırıyor. Her gün mıntıka temizliği yapılırken, sana haftada iki gün banyo izni veriyor. Onlar için insanın temiz olmasının bir önemi yok, çevresi temiz olsun yeter. Küfür, hakaret gırla… Beslenme düzeni de, oradaki insan bedenini zorlayan aşırılığı dengeleyemiyor.
Askerliğe ilişkin anlatılagelen anekdotların büyük çoğunluğu kötü muamele ve hakaretle ilgilidir. Peki, niçin bu eziyetleri çekenler Stockholm sendromuna benzer bir tepkiyle yaşadıklarını normal karşılıyor, hatta vicdani redde karşı çıkıyorlar?
Gerçekten de bir celladına âşık olma durumu söz konusu. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar, bu düzenin yapaylığının bilincindeydiler ve iktidarlarını ancak baskıyla, zorla elde tutabileceklerini fark ederek iki siyasal hattı, yani Kürtler ve İslamcılar merkezden kovdular. Şeyh Sait İsyanı, 1938 Dersim, 1960 ve 1980 askeri darbeleri korkuyu siyasal bir reflekse, kültüre dönüştürdü. Dolayısıyla insanların zihinlerinde bu korku hâlâ çok canlı… Bu ülkedeki insanlar gerçek manada özgürlüğü bilmiyorlar çünkü özgürlük ve korku yan yana durabilecek kavramlar değillerdir.
Hayatlarımızı bu denli paçavraya çevirmiş bir kurum hakkında göğsümüzü gere gere konuşamamamızın sebebi de bu korkudur. Bu şartlar altında, 15 Mayıs Vicdani Retçiler gününde kurulan Vicdani Ret Derneği bir zorunluluk, militarist yapıyı yerinden ve içinden rahatsız etmek amacıyla kurulması gereken yasal bir araçtı. Sorunu muhataplarına transfer etmek ve onları avuçlarında sıcak bir patatesle baş başa bırakmak için en doğru yol buydu.
Doğu Eroğlu
www.siddethikayeleri.com
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.